29 Kasım 2008 Cumartesi

sayfa 7

GÜNÜMÜZ ÇOCUKLARI

Haziran 13, 2008

İbrahim Demirci: “Günümüz çocukları televizyon, okul, dersane üçgenine sıkıştırılmış durumda.”

Söyleşi: Vural Kaya

Çocukluğunuz nerede geçti? Çocukluğunuza dair neleri hatırlarsınız en çok?

Çocukluğum Konya’nın Çimenlik Mahallesi’nde geçti. Biz oraya “Çimenlik” değil de “Çayır” derdik. Şehrin başka semtlerinde oturan yakınlarımız, “Çayır’a gitmek”ten söz ederlerdi. Ağabeyim hâlâ orada oturuyor, şimdi biz de oraya gideceğimizde “Çayır’a gidiyoruz.” Çimenlik ya da çayır, gerçekten çimenlik ya da çayırdı. Devlet arazisiydi, bir köşesinde haraya bağlı bir yapı vardı. İçinde atlar vardı. Bazen inekler ve boğalar da olmuştu sanırım. Komşumuz rahmetli Mustafa amca orada çalışırdı. Onun sayesinde o güzel ve ilginç hayvanlara baktığımızı, onların adlarının ve özelliklerinin yazılı olduğu kimlik kartlarını gördüğümü hatırlıyorum. Çayırda at yarışı, atletizm müsabakası ve daha sonra cirit oyunları yapıldığını hatırlıyorum. Ama benim için daha zevkli olanı, baharda o sulak çayıra gelen leyleklerdi. Ve mor sümbüllerdi. Ve oradan yemek için dedesakalı başta olmak üzere güneyik, acımarul, yemlik gibi otlar toplardık. Arkadaşlarla orada top oynadığımız da olurdu. Çayıra kolayca aşabildiğimiz tel örgülerden atlayarak girerdik. Sanırım, oraya girmek, orada oynamak yasaktı. “Bekçi geliyor!” uyarısını alınca saklanmamız veya kaçmamız gerekirdi.

Çocukluğumdan kalma en eski anılarımdan biri, rüyamda küçük kara bir köpeğin saldırısına uğrayışım, ağlayarak uyanışım, evde kimseyi bulamayıp korkuşumdur. Bahçede iş gören annemin gelişini, beni avutuşunu unutamam.

Bir de rahmetli babamla sabah namazına gidişimiz, üç beş kişilik cemaatle sabah serininde eve dönerken doğu ufkunda güneşin doğuşuna bakmak hârika bir şeydi.

Gaz lâmbasının ışığında Kur’an okuyan babam, hayattaki tulumbadan su çekmek, suda soğutulan karpuz, ahırdaki inekler ve onların buzağıları, samanlığa saman atmak, bağdan üzüm toplamak, havuzda şıra çıkarmak, pekmez kaynatmak, kaynamış pekmezi savurmak, dut yaprağıyla o pekmezin köpüğünden yemek; annemin, ablalarımın, yengelerimin şebit (yufka) ve börek yapışları veya yayık yaymaları; komşularımıza pekmez veya ayran götürmek, tavukları yemlemek, kedilerle oynamak, avar sulamak, yonca biçmek, evin önündeki dutu silkmek; bahçeden erik, kayısı, elma, armut, domates yemek, ineklere yonca biçmek…

Şimdi düşününce çok zengin, çok renkli bir çocukluğum olmuş, diyorum.
Hayatınıza yön veren, kendisinden etkilendiğiniz bir büyüğünüz oldu mu? Mesela dedeniz ya da büyükanneniz sizin için ne ifade ediyordu? Onlarla iletişiminiz nasıldı? Onların bugün sizin yazmanızda etkisi ne?

Kişiliğin oluşumunda aile denen yakın çevrenin etkisi elbette çok önemli ve belirleyicidir. Babamdan, annemden, ağabeylerimden, yengelerimden, ablalarımdan, “nene” dediğim babaannemden, komşumuz Nuri Dayı’dan ve ailesinden, mahalle mescidinde bize ilk ilmihal bilgilerini, namaz dualarını ve surelerini öğreten rahmetli “Armısınlı Mıstaafendi”den, onun oğlu “Hâfız Abi”den çok şey öğrenmişimdir. Babamın babasını görmedim. Ama annemin babası Hasan Dede’mden ve onun hanımı Fatış Nene’mden söz edebilirim. Seferberlik’te esirlik dahil, bir yığın macera yaşamış olan kara sakallı dedem, mazlumluk ve alçakgönüllülük timsaliydi. Ondan “İngiliz’i Yunan’a tercih etmek” gibi bir bilgi kalmış bende. (Bu bilgi, devlet tecrübesi olan toplumla olmayan toplum arasındaki farkı gösterir.) Dedemin bahçesinde birkaç kara kovan vardı; arıları sever, bal üretirdi. Onu kovandan bal çıkarırken gördüğümü hatırlıyorum. Ninem, dirayetli bir kadındı. Kahve içmeyi severdi. Kendisi, hattâ bazen dedem, kahve değirmeninde kahve çeker, küçük ispirto ocağında pişirirlerdi.

Büyüklerimle iletişimimde herhangi bir sorun yaşamadım. Genellikle açık, içten ve dürüst ilişkiler içinde olmuşuzdur; bu da sağlıklı bir iletişim demektir.
Oyunlarınız ve oyuncaklarınız var mıydı? Bu oyuncaklar içerisinde sizin hiç unutamadığınız, bir hikâyesi olan oyuncağınız var mı? Bu hikâyeyi bizimle paylaşır mısınız?

Pek çok oyunumuz, pek çok oyuncağımız vardı. Topluca oynadığımız körebe, saklambaç, ebelemece, yedi kiremit, yakan top, birdirbir, uzun eşek, çelik çomak; daha az kişiyle oynadığımız fotak, bilye, çekirdek oyunu (bu son ikisinde “ütme” söz konusu olduğundan babamın kızdığını hatırlıyorum), zıh, fırça (topaç) çevirmek, beş taş, cark curk, dokuz taş… Ağaçtan ya da tellerden arabalar yapmak, onları sürmek de vardı. Bir de bilyalı tekerleklerden araba yapar, yarışa çıkardık. Şeytan uçurtmalarını, kâğıttan yapılmış kuşları da unutmayalım.

Ama benim için ayrıcalığı olan oyunun, ok yapmak ve o oklarla duvara çizdiğimiz hedefleri vurmak veya oku daha yükseğe fırlatmak olduğunu söyleyebilirim. Okları çelenlerden çektiğimiz kamışların ucuna tenekeden kesip biçimlendirdiğimiz sivri uçları takarak yapardık. Tenekeyi üçgen biçiminde kesmek, sonra onu çekiçle eğerek koni biçimi vermek, çok zevkli bir işti. O okları ağaç dallarından yapılmış yayla atardık ama bizim daha “modern” bir ok atma aracımız vardı. Dokumacılık eden ağabeylerimin atölyesinden aldığımız bobinlerin bir ucuna sapan lastiği bağlardık. Bobinin boşluğundan geçirdiğimiz okun ucunu o lastiğe yerleştirdikten sonra lastiği gerip bırakınca, bir namluyu andıran bobinin içinden fırlayan ok, çok hızlı ve çok uzağa gidebilirdi.

Bir de ayçiçeği sapından tüfek yapmıştım. Kendim mi yapmıştım, büyüklerimden biri mi öğretmişti, hatırlamıyorum ama ilginç ve güzel bir silâh olduğunu söyleyebilirim.
Dünün çocukları yani sizin akranlarınız ile bugünün çocuklarını, yaşam şekillerindeki farklılıklar, sevinçleri üzülmeleri?.. Yani bu konuda bir kıyas yapmak mümkün mü? Ne dersiniz?

Dünün çocukları daha geniş oyun alanlarına ve imkânlarına sahipti. Günümüzün çocuğu nerede, nasıl çelik çomak oynayabilir? Günümüz çocukları televizyon, okul, dersane üçgenine sıkıştırılmış durumda. Dar alanlarda futbol ya da basketbol oynama fırsatı bulanlar şanslı sayılır. Atari, game-boy, bilgisayar oyunları gibi şeyler, özellikle el, ayak becerisi gerektirmeyen nitelikleriyle bedensel gelişime izin vermeyen etkinlikler.

Bir de, büyük ailenin parçalanması, ailenin anne, baba, çocuk üçlüsünden oluşan “çekirdek aile”ye dönüşmesi, bugünün çocuklarını çok şeyden yoksun bırakıyor. Çocuklar, dedelerini ninelerini ancak bayramdan bayrama görürlerse görüyorlar. Dolayısıyla onların gözetim, denetim, eğitim, deneyim, davranış zenginliklerinden yeterince yararlanamıyorlar. Onların yerini, bakıcılar, kreş görevlileri, anasınıfı öğretmenleri ne kadar ve nasıl dolduruyor, bilmiyorum.
O döneme ait sevinçleriniz, üzüntüleriniz nelerdir? Sizi çok mutlu eden ya da çok üzüldüğünüz anılarınız var mı?

Elbette. Beni çok sevindiren anılarımdan ikisini anlatabilirim: Bir gece yatmışız. Işıklar sönmüş. Birden babamın gündüz verdiği sözü hatırlıyorum: “Akşam seni ağabeyingile götüreyim!” Belli ki bu sözü o da, ben de unutmuşuz. Fakat ben işte şimdi hatırladım ve o sözün yerine getirilmesini istiyorum. Yatağında yatmakta olan babama gündüz verdiği sözü hatırlatıyorum. Annem benim bu isteğime elbette kızıyor, vakit geç oldu, yarın gidersiniz falan diyor. Fakat babam, yatağından kalkıp giyiniyor ve beni ağabeyimgile götürüyor. Gece vakti yürüyerek bahçeyi, bağı, -yaklaşık altı yüz metre olmalı- geçip oraya varıyoruz. Misafir odasının ışıkları yanıyor. Sanırım, İstanbul’dan gelmiş misafirler var. Babamı görmekten mutlu oluyorlar. Babamın bu davranışını her anışımda büyük bir hayranlık ve saygı duyarım.

Başka bir gece. Herkes uyumuş. Ben bir kitap okuyorum. Büyük ağabeyim dışarıdan geliyor. Elimdeki kitaba bakıyor: “Eleanor H. Porter / Pollyanna” Bu ecnebî isimler canını sıkmış, hattâ kızdırmış gibi. Fakat kızgınlığını bastırıyor: “Bu kitap ne anlatıyor?” diye soruyor. Söylüyorum: “İnsan, başına kötü bir şey geldiği zaman isyan etmemeli, daha kötü durumları düşünerek şükretmeli!” Birden kızgınlığı geçiyor. “Öyle mi? Ne güzel! Oku öyleyse!” Ferahlıyor ve mutluluk duyuyorum bu durumdan.

Üzüldüğüm, şimdi hatırladıkça utandığım olaylar ve durumlar da var elbette. Kimi arkadaşların aklına uyup işlediğimiz yaramazlıklar gibi. Fakat onları anlatmasam, daha iyi.
Çocukluk hâli yaşa mı bağlı, ileri yaşlarda çocuk olmak mümkün mü? Yani ilerleyen yaşlara rağmen çocuk olmanın tehlikesi var mı? Ya da sakınmalı mı bundan?

Çocukluk, öncelikle ömrün belli bir dönemidir ve elbette yaşa bağlıdır ama “büyüyüp de çocuk kalmak” da vardır, zaman zaman “çocuklaşmak” da. Bunlar, duruma göre sevimli ve güzel olur, duruma göre tehlikeli… Çocukla çocuk, büyükle büyük olmak, olabilmek, bence güzel bir şey. Ancak, çocukluğun bütünüyle saflık, temizlik, güzellik, hesapsızlık, mutlak iyilik olduğu söylenebilir mi? Bilemiyorum.
Çocukluğunuzda sizi en çok etkiyen kitap hangisi oldu? O günlerde yazmak ya da yazarlar hakkında neler düşünürdünüz?

Biraz önce Pollyanna’dan söz etmiştim. Eflatun Cem Güney’in Gökten Üç Elma Düştü adlı masal kitabını, Menâkıb-ı Ciharyâr-i Güzîn’i, Dinî Hikâyeler’i (Yazarı Cemal Erten miydi?), Oğuz Özdeş’in, Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun romanlarını, Bediüzzaman Said Nursî’nin kitaplarını okudum. Ama çocukluk dönemimde okuduğum ve beni çok etkilediğini söyleyebileceğim bir kitap hatırlamıyorum. O yıllarda yazmak ve yazarlar hakkında bir şey düşünüp düşünmediğimi de hatırlayamıyorum. Ama sanırım, çocukluktan çıkarken okuduğum Necip Fazıl Kısakürek’in hapishane hatıralarını içeren Yılanlı Kuyudan adlı eseri (Cinnet Müstatili) beni epeyce etkiledi. O kitabın sonlarında yer alan Zindandan Mehmed’e Mektup şiirini ezberlemiştim.
Son bir soru: Büyüyünce ne olmak isterdiniz?

Bu sorunun cevabı bende yok. Ya hiç olmadı, ya unuttum. Gerçekten bilmiyorum. Sanırım, bende yeterince canlı bir hayâl gücü yok. Belki de hep “dem bu demdir” demeyi tercih etmişimdir.

www.beyazbulut.com

KOYUNLU

Haziran 13, 2008

KÜLTÜRÜMÜZDE YAZMA DİĞER ADIYLA YEMENİNİN ÖNEMİ

Beldemiz Koyunlu’da yemeni(yazma)eskiden “çit” olarak söylene gelen, baş örtüsünün kültürümüzde yeri oldukça farklıdır.Yemeni önceleri köyde bulunan bakkallar tarafından temin edilerek satışa sunulurdu.. İstanbul kapalı çarşıdan, küçük İstanbul diye tabir edilen Kayseri’den “O.P. “damgalı polyester yemeni gelirdi.Sandık yazması, ince yazma diye bilinen genelde ibrişim oyalı Bursa’dan çarşılardan alınırdı.İstanbul dan ince pamuklu dokuma Kalem marka kağıt içi denen Ermenistan uyruklu vatandaşlarımızın kalıp baskı ile yaptığı yemeniler getirtilirdi.Günümüzde bu eser denecek değerdeki bu yemeniyi el baskısı kalıpla çalışılan yemenileri yapan ustalar vefat edince, ardından bu yemenileri yapan sürdüren ustalar olmadı.İnce yazmanın saklanması ince yatkın olması nedeniyle,dayanıklılığı azdı.Yine de ta o günlerden bu günlere dek saklanıp muhafaza edilmiştir.Sandık lekeleri oluşsada, yemeniler bir nadide eser değerinde, gözü gibi bakıp, saklar genç kızlarımız, annelerimiz, ninelerimiz…Kelimenin tam anlamıyla yazma deyince; akan sular dururdu.Daha sonraki yıllarda yine İstanbul kapalı çarşıdan “Özgürel” yazma çıktı.Genel de aynı desen çiçeğe renk değişik pamuklu ince dokumalı, yazma satılmaya başlandı.Ardısıra “Özgürel 6 renk” ipek yazmayı çıkarınca rağbet ipek yazmaya çoğaldı.Daha önce bakkalarda satılan yemeni elden, evde satılmaya başlandı.Derken; yazma çıkaran, diğer markalarda satılmaya başlandı.Günümüz de artık düğün olan evlerin önünde kına günü seyyar arabayla satılıyor.Yaz mevsiminde diğer illerden gelen halk, yemeni alıp eşine dostuna hediyelik veya satmak amacıylada götürürlerdi. Diğer sektörler gibi yazmacılıkta zaman içerisinde gelişerek teknojinin nimetlerindende faydalanarak, günümüze taşındı.

Cumhuriyetin ilk yıllarında belediyeliğe kavuşan kasabamızın bakkallarında zengin çeşiti müşteriye sunardı.Çevre köylerden dahi eşeklerle Adırmusun’a alışverişe gelirler basma, kaput bezi, yemeni gibi ihtiyaçlarını almaya gelir.Gelirkende elma, yoğurt,fasulye,meyva yetiştirdikleri ürünleri bakkala bırakır, bazen takasla alışverişlerini sürdürürlerdi.Çok eski olmamasına rağmen Fertek ten kasabamızın hamamını tercih eder. Hamama gelir, ardından yazma satan dükkana veya eve uğrayıp yazma almadan gitmezlerdi.Ekseriya müşteriler; Fertek,Fesleğen,İlHasan,Hançerli den gelirdi.

Diğer köylere tanıdık vasıtasıyla, elden satış sağlanırdı.Ulaşım zorluğu, birazda içe dönük , dışarı açılım olmadığından olacak.Yemeni oyası deyincede hiç bir köyün örtünme ve yazma takma şekli birbirine uymazdı.Mesala;Fesleğen boncuk oyalı genellikle, Nevşehir de örtünülen tarzda boncuklu, tülbent yada yazma örterlerdi.Adurmusun’da boncuk oyası ender örtünülür, tülbentte doğum yapan “lohusa” kadınlar örterdi.Kız çeyizinede bu amaçla, namaz tülbenti, mevlüt baş örtüsü adıyla tülbent ;tığ,mekik, boncuk,firkete, iğne oyalı… hazırlanırdı.

Koyunlu’da genç kızların dünde, bugünde saçlarının kahküllerini, perçemlerini çıkarıp taktığı oyalı yazmalar göz dolduruyor. Kasabamızda genç kızlarda yemeni, yaşmak dolama şeklinde bağlanır.Yeni gelinlerde “gayseribaşı” diye adlandırılan bordo keçeden yapılma ön kısmı altın renginde paraların dizili olduğu , boncuk işli özel kepin üstüne örtülürdü.Yaşlılarımızda ise iki yemeni üst üste değişik tarzda bağlanırdı.İlk yemeni ince seçilir genelde oyasız dastar derlerdi.Başörtü gibi üçgen tutulup bağlanır, baş üstüne götürüp düğümlenirdi.Üzerine ikinci yemeni serbest bir şekilde koyup kare olarak yayılır iki ön ucundan arkaya atılır veya düğümlenirdi.Saç örümleri öne düşer.Dulukları(şakakları), fırıç denen saçlar, kulakları, gerdan kısımları bariz görünürdü.

İlk yemeni motifleri ortalı denen bütün desen, çok ender güzel kenar desenler.Birde kolanlı denen bordürlü desen vardı.İlk zamanlar genelde goyallı(bordo), garalı,(siyah)samanili,(açık sarı )şekerengi (kavun içi)tercih edilirdi.Yazma renklerininde yerinde önem ifade ederdi.Yeşil yazma evlenirken dolama diye tabir edilen baş bağlamak için alınırdı.Kırmızı yazma lohusa iken örtmek amacıyla bulundurulurdu.Yemeniler genelde gelin kıza götürmek için çokça alınır, yada gelinkızı hazırda olan bulunduğu zamanda kına varsa kınaya giydirip eşe dosta,akraba,komşuyada haber verip gelin kızı için alırdı.Günümüzde hala aynı gelenek sürdürülmektedir.Kızının çeyizine, dürüye koymak için yerine göre kalitesini ayarlardı.Bağ yaprağı, gülü desenindeki yazma çokça bulunur ucuzluğundan hediyelik , gönül almak için tercih edilir, fazlaca rağbet edilmezdi.

Yaklaşık on yıl evveli kınalara defçi tutulurdu.Borr17;da ikamet eden defçi Sultan en gözde defçiydi.Kör Ali Osman,Analı kızlı,Heykel lakabıyla bilinen defçileri durumu iyi olmayanlar tutulur yada defçi Sultan önceden tutulduğu için mecburen tutulurdu.Gelinkız Sultanr17;ın defi gümbür gümbür çalışıyla;aslan Mustafa’m,vur zilleri,çek deveci,yıldız,Konya’lım,Adana’lı,şu silleden gece geçtim,bağlar gazeli,dağlar kızı Reyhan, Mevlana, çilli bom … gibi parçalar eşliğinde Konya kaşıklarıyla veya ellerini şıklatarak karşılıklı oynar.Kayınvalide defin içine bahşiş atardı.Bir çeşit ticaret yapılır bir çok kişi dolaylı yoldanda olsa ekmek yer, kazanç sağlardı.

Gitgide zamanla yazma kültürü gelişerek oyalarla zenginleştirildi.Genelde Tosya,Tokat,Bursa gibi şehirlerde iri iğne oyaları yapılıp örtülür oldu.Türlü türlü rengarenk tığ oyaları yapıldı yemenilerin kenarlarına.Büyüyen, yetişen genç kız hemen başına yazmayı örterdi.Dışarı memlekettede otursa dahi yazın geldiğinde illa başına yazmayı takardı,takmadığı takdirde çevreden ayıplanırdı. Kapalı olup mesture giyinen hanımlar haricinde, genç kızlar yazma takmamaya başladı.

Kültürümüze, değerlerimize, adetlerimize sahip çıkalım, yaşatalım, geleceğe aktaralım.

(Düğün)

Düğünler için genelde yaz aylarına göre önceden program yapılır.Pazar gününün tatil olması nedeniyle düğün tarihleri bu güne göre ayarlanmaya çalışılır.Eskiden Çarşamba,Perşembe olurdu.Düğün bayrak dikilmesiyle başlamış demektir.Çarşamba gün danışık denilen akşam erkeklerin toplanıp çavuş seçip keyhayı,bayraktarı seçerek, iştişarede bulunurlar.Düğünde hizmet edecek çavuş kahveleri dağıtır.Asayiş dahil çalgıcılara, misafire servis, bayrağı çaldırmamak gibi işlerden sorumludur.

Ertesi gün bohça günü yapılır.Kız evinden oğlan evine haber verilerek öğle üzeri bohça götürülür.Oğlan evi komşularını, akrabalarını bohçamıza buyurun diye davet eder.Önceleri bu işi okuyucu kadın tutulur, onlar kapılara giderek çağırırdı.Onlarda gelen kadını boş çevirmez yiyecek veya giyecekle boş göndermezlerdi.Bohçaların yanısıra tepsi ile baklava,çiçek, dürü diye bilinen hediyeler bohça içinde kırmızı kurdelelerle süslenerek bir kaç kişi götürülür.Damadın elbisesi özel hazırlanan işli örtüyle örtülür.(Şimdilerde damadın eşyaları bavulla götürülüyor)Bohçayı getirenlere oğlan evinde, düğün sahibi bahşiş verir.Bolca büyük tencerelerde yemekler hazırlanır.Genelde sulu yemekler yapılır.Yaz ayı olduğu için çorbalardan yoğurt çorbası etli bamya, etli fasulye, sulu köfte, yaprak sarması,et kavurması, pilav, tatlı olarak baklava,üzümlü… meyvalardan kavun, karpuz,üzüm ikram edilir.Ev sahibinin durumu, tercihine görede değişir.Daha sonra düğün havası başlasın diyerek def çalarak yada müzik setinde teyip çalarak gençler oyun oynar eğlenir.Gelen dürüler açılarak birbir sayılarak gelen misafirlere gösterilir.Damadın ayakkabısı,terliği elbisesi,tıraş takımı,parfümü, tesbihi, havlusu, seccadesi diyerek sesli bir biçimde bir yenge tarafından bohçalar açılarak sergilenir.Kaynatanın, elbiseliği, gömleği,seccadesi, havlusu kaınvalide elbiselik kumaşı, yeleği, işli seccadesi, namaz tülbenti, iğne oyalı yemenisi, dantelli havlusu, ilifi sırayla sayılır.Eğer annenne, babanne varsa onların hediyeleri.Bohçalar ayrı ayrı açılıp, birer birer sayılır.Önceleri amcalara,dayılara, halalara dürü hazırlanırdı.Halende bu göreneklere uyan devam ettiren var.Damat bohçası daha özenlidir,beyaz iş , dantelden, saten incili işli albenisi olan bohçalar seçilir.Hayırlı olsun, uğurlu kademli olsun… gibi hayır dilekleriyle, dağılır misafirler.

Kına günü;

Kız evinde telaş kuaföre gitme hazırlığıyla başlar.Gelin başı yapmak, düğüne katılan yakınların kızları ile birlikte kuaföre Niğde ye gidilir.Öğle vakti geldiğinde kuaförden gelen geline, yemek yedirilir.Oğlan evinden r1;benek atmar1;için gelirler.Kapı önünde müsait bahçede, oğlan evinden
kız evinden akraba, hısım toplanır.Takacakları hediyeyi vermek için.Gelin çıknca üzerine al örtülür.İlk etapta yeşil bağlama, ele kına yakma geleneği uygulanır.Ağzı dualı, evli bir kadın yakının bir tanesi yeşil olmak üzere yemenileri okuyarak başından dolandırır.Daha sonra yeşilini alın üstüne bağlar bu bağ sandıkta saklanır, çözülmez.Başı bozulmasın diye, böyle inanılır.Usuleten eline sadece sağ elinin avuç ortasına kına yakılır.Gelin eline açmaz.Kayınvalide bunun üzerine ya para yada altın avucuna bırakınca açar.Üç ihlas, bir fatiha okunur dua edilir.Hayırlı bir izdivaç olması için temennide bulunulur, hep birlikte amin denir.Bir tepsi veya defin içine oğlan evinden başlayarak takılacak hediyeler verilir.Bu işi üstlenen yakınlardan bir kadın bağırarakr1; kayınvalideden altın bilezikr1;diye eliyle gösterek tepsiye bırakır.En yakından başlayarak en komşu, ahbabların hediyesi verilir.Bunlar genelde lakaptan tanındığı için filandan on milyon diye ifade edilir.Oğlan evi bitince kız evine başlanır araya karışmasın diye bir havlu serilir.Kızın annesinden başlayarak varsa abisi, ablası, amca,dayı,hala,teyze, tanıdıkların hediyesi toplanır.Oğlan evi, kız evi birlikte toplanan parayı sayarlar. Duruma,anlaşmaya göre para,altınlar evlenen çiflerin ihtiyacı için saklanır.Takılan zinetler kıza takılır.Merasim bitince oğlan evi evine gider.(Önceleri def eşliğinde gidip, gelinirdi.)

İkindi vakti olunca kız başında alı olmadan yanında kız arkadaşlarıyla sandelyelere kınaya oturur.Nişanlı “gelin kızı “olan kayınvalideler - gelin kızı kınaya giydirdik, diye komşu, akrabalara duyururlar.Kınaya giyen gelinlere yazma(yemeni)atma adetini yerine getirirler.Kınaya gelen çağırılan kişiler bir yemeni alarak oyuna kaldırılan kız bir süre durup ayakta başının üzerine yemeniler bir bir atılır.Kayınvalide daha çok atar, üzerine elbiselikte en üste gelecek şekilde istifler.Kayınvalidenin yemenileri iğne oyalı, sandık yazması,ince yazma ibrişim iğne oyalı, oyasız günün yazmasından (özgürel, kalem marka)bir demet olur.Yemeni İstanbul kapalı çarşısından gelen yörede itibar edilen yemenilerdir.Gelin kızı oynayan kayınvalide defçiye bahşiş atar.Yeni evli gelinlerde başına kayseribaşı koyulur üstüne siyah tokalarla iğne oyalı şifon mevlüt başörtüsü, tül, kadife(çingil)çiçeğiyle duvakla süslenir.Kınaya gelirken iki eliyle büyükçe bir örtü alır.Sadece bunun için kullanılan dekorasyonu güzel antika, geleneksel örtüdür.Çok renkli bir görüntü arzeder adeta bir gelinciği andırırlar.Gözlerinde sürmeler, ellerinde kınalarla…Bugün Beypazarında hala satılan, kullanılan özel örtü.Akşam kınasına geliniyorsa “löküz” denen küçük tüplü aydınlatıcıyla gelinirdi.Yeni gelin geliyor diyerek merakla görmek isterdi çocuklar.Halen bu gelenekler yaşatılmaya çalışılır.Davetli davetsiz köyde olan gelinler, kızlar kınaya bakmaya gelirler.Oğluna kız bakmaya anneler gelirler.Akşam yemeği vakti gelince kız evinde “kız pilavı” diye bilinen ciğerli pilav yapılır.Çok yakın olmayan misafirler dağılır.Kalan misafirler yemeğe buyur edilir.Kız arkadaşlarıyla ayrıca yer pilavı.Yere serilen büyükçe bir bez(iteği)etrafında toplanarak keyifle yerler.Kız dolanarak herkesin tabağından bir kaşık alır.

Kına yerine dönülür, kına tekrar şenlenir oynanır.Oğlanevi damat, keyha ile birlikte gelir.Damat ve keyha ayrıca ağırlanır.Damata tepside bozulmamış baklavanın orta kısmı özellikle ikram edilir.Damat daha sonra kına yerine gelir, eskiden yüksek yerden (dam,balkondan)gelin kızı oynatırlar, damat bakardı.Şimdiler de ise damat, gelin birlikte karşılıklı oynarlar.Bahşis para takılır.Kına yakma faslı gelince gelin kız üzerini değiştirir, başına al örterek tekrar kına yerine gelir.Geldi gelin kınası, ağlasın kız anası türküsü eşliğinde sıra ile kına türküleri söylenir.Gelin kız, anası, yakınları ağlatılır.Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar,Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler.Kınayı oğlan tarafından başı bozulmamış, evli mutlu yengeler yakar. Önceden oğlan evinden gelen yazmalar bağlanırdı.Şimdi kırmızı üzeri işli özel hazırlanmış keseler takıp bağlanır.Kına yakma merasimi bitince oğlan evi her iki tarafada hayırlı olsun diyerek kına yerinden ayrılırlar.

O gece kızın akranı olan arkadaşları kızın yanında yatarlar.Kınalı eller sabaha dek yıkanmaz.Ertesi sabah kınalı, el ve ayaklar yıkanır.Kız artık ana evinde misafir konumundadır.Annesi evin horantası itimam gösterir.Halk arasında hatta çıkacak kız gibi durma, denir.Artık baba ocağından, yuvasına uçmaya beklediği gündür.

Oğlan evinde düğün merasimi;

Kız evinde bunlar yaşanırken, öbür yanda oğlan evinde damat giydirme merasimi yapılır. Yakınları,akrabaları düğün evine toplanır öğle camisinden çıkınca Kur andan süreler okuyarak
dua ederek, damat giydirilir.Damat el öper büyükler cebine harçlık koyar.Damatın koluna al,yeşil kurdele bağlanır.Daha sonra düğün merasimi kına gün öğle çalgı kurulur.Evin müsait bir yerine, bahçesine sandelyeler misafirler için hazırlanır.Önceki zamanlarda genelde Ayvazın oğlu diye bilinen çalgı grubu, cümbüşçü lakabı; kör Cavit olarak bilinen;Cavint Kılınç önceden tutulurdu.Cavit Kılınç’ın seslendirdiği parçalar;Mihrali,Gesi bağları,Şen olasın Ürgüp,Niğde Bağları,Şerif hanım,Aziziye,Kozan dağı,Kurban olayım gibi parçalardı.Bugün hala kaydedilmiş parçalarını dinleme şansı var.

(Teknoloji geliştikçe müzik kalitesi yüksek olması için ses düzenlemesi yapılır.)Çalgı çalmaya başlar eğer eğlenen gençler var ise oyun havası istek üzerine çalınır.Diğer zamanlarda dinlemeye gelen misafirleri müzik ziyafeti sunar.Zamanın hit parçalarını, bozlak, uzun hava söylerlerdi.Zahidem,bağlar gazeli gibi parçalar seslendirilir.Neşet Ertaş tan,Yıldıray Çınar dan, Ferdi Tayfur’ dan, Orhan Gencebay’ dan dokunaklı parçalar söylerler.Öyleki her çalgıcının daha güzel seslendirdiği istek aldığı parçası vardır.İstekler doğrultusunda söylenir.Eğer ezberi az ise çalgıcının bildik şeyleri söyler.Keman taksimi yine istek üzerine yerine getirilir.Tamamen bir zenginliktir düğün.Yaz mevsimi özellikle düğün için gelir yerli halk diğer illerde olanlar.

Mahalli sanatçı niteliğinde çalgı ustaları Niğde yöresinde yine genelde mahalli sanatçıların söylediği türküleri ustalıkla seslendirirlerdi.Hiç bir yerde duymadığınız kulağınızda tınısı kalan müzik yapıtlarını icra ederlerdi.Oyun havası olarak mesala;Allılar, yeşilliler,morlular,Niğde bağları,Çek deveci,Konyar17;lım,Yeşillim,aman Adana lı,Aslan Mustafam,Bulguru kaynatırlar,Sarı kız gibi oyun havaları çalarlardı.Günümüzde ise; org ve sazla söyleyenler düğünde Niğde yöresinde popüler olan Naciye,Zennube,Çilli bom,Esmer bommm,cimdallı,parçalarını çoğu zaman doğaçlama sözleri değiştirerek Koyunlu ve Niğde ye uyarlayarak söylüyorlar.Misal olarak İstanbul sokakları parçasını Koyunlu Sokakları olarak söylüyorlar.Birazda taklitçilik yapıp Ankaralı Namık tarzı söylüyorlar.Bozlaklarda Halil Erkal,Taner Olgun,Kul Mustafa gibi revanşta olan sanatçıların parçalarını repertuarına alarak, günceli takip ederek misafirlere doyumsuz müzikle ağırlıyorlar.Tam anlamıyla müzik yelpazesi sergileyerek, müzik ziyafeti veriyorlar.

Öğle vakti desti kırma merasimi yapılır.Çalgıcı eşliğinde köyün belli bir yerine gidilir orda bir yere dikilen destiye nişan edilir.Tekrar çalgı eşliğinde eve dönülür.Özellikle çalgı dinlemek için düğün evine gelen misafirler olur.Gelen misafirlere hazırlanan mezelik sofra düzülür, ağırlanır.Düğün evinin hazırladığı yaprak sarması, et kavurması , karpuz vesaireden oluşan tepsi ile ikram yapılır.Çalgılı düğün epey zahmetlidir.Fakat bazen içki işe karışınca işin seyri değişir.İstekte muhalefet yaşanırsa istenmeyen tatsızlıklar bir hiç üzerine bile kavga edilir.Öyleki bazen çalgıcıların bile işi zorlaşır.Düğün sahibinin ağzının tadı kaçar.Eğer dozu yükselirse duruma devriye gezen jandarmalar bile müdahale eder.Daha sonra tatlıya bağlanarak düğün çoğu düğün evinde sabaha dek eğlenenlerle devam eder.Saat 12 olunca jandarma bitirmeleri konusunda ikaz eder.Geleneksel yapıda eskiden gelen bir alışkanlık üzere gecede devam edebilir.Ayrıca oğlan kınası, kız evinden kına yakılıp dönen oğlanevi kadınlarında iştirakıyle eğlence tertip edilerek yakılır.Fakat Adurmusun’da bayanlar ve erkekler ayrı eğlenir birbirine karışmazlar.

Ertesi sabah bir hayli telaş kaplar oğlan evini çünkü; ogün oğlan evinde yemek yedirilir.Bakır eskiden hereni,leğen dedikleri büyük tencerelerde yemekler pişer.En az üç çeşit olarak.Genelde yazın düğün yapıldığından yemeklerden mevsime göre etli yeşil fasulye, sulu köfte,bamya, pilav,et kavurma gibi yemekler yapılır.Üzerine baklava yada kavun,karpuz, üzüm ikram edilir.Adetler yerine getirilir geçmişten, yaşadığımız günümüze dek sürdürülüyor.

Bazı kesimde tercihen “Fakıdefi” diye bir grup tutulur onlarda; ilahi,kaside, mersiye okurlardı. Yada mevlütlü düğün yapılır.Düğün dolaşacağı gün mevlüt okuyan, hocalar mevlüt ve Kur’an okur.Davetlilere yemek ikram edilir.Ekseri mevlütlü düğüne yönelen halkımızda çoğunlukta. Tercih meselesi,her iki şekildede gençlerin izdivaçları için, hayıra vesile olmak için adım atılıyor.

ÇOCUK OYUNLARI-ADURMUSUN

Körebe,Saklambaç,Mendilim köşe köşe,Yağ satarım,Aç kapıyı bezirganbaşı Kimin eli kimin üstünde,İp atlama,Çizgi,Beş taş,Dokuz taş, Topaç,Kulaktan kulağa, Ceryan geçti,Çimdik çimdik makarna,Açıl susam açıl,Ayak saymaca,Yazı tura,Nokta nokta,İsim şehir,Asmaca,Yattı, kalktı,Çinçan,Taştayım, topraktayım,Dalya oyunu, Hümmet,Aşşık,Bilye,Yakan top,Sapan ,Kuka,Mucuk oyunu,Çanak çömlek çatladı,Nesi var…

Enden tura oyunu:En az dört oyuncu arasında oynanan bir oyundur. Aralarında bir ebe tesbit edilir. Ebe yüzünü duvara döner, oyuncular ise ebenin arkasında dururlar. Ebe “ennem tura, davul zurna bir iki üç” diyerek elini duvara üç kez vurur. Ebenin arkasında duran oyuncular, her defasında bir adım ebeye yaklaşarak ebeye vurup kaçarlar. Ebe kendisine yaklaşa nı kendine vurmadan görürse yanına çağırır. En son bir kişi kalana kadar, yürürken görülenler ebenin yanında durur.En son kişi ebenin sırtına vurunca, ebenin yanında duranlardan, ebe nin yakaladığı yeni ebe olur. Oyun böyle devam edip gider.

Bu oyun aynı zamanda “Ali baba saat kaç” olarakda oynanır.En az dört kişi ile oynanır.Ebeye Ali baba saat kaç diye sorulur.Ebe kaç derse ona göre adım atılır,ebe sobelenip kaçılır.Yakalanırda ebe sobelenir çizgiyi geçince yanar.Ebe sobelenen kişi olur…

İp atlama:En az üç kişi ile oynanır. İki oyuncu yaklaşık beş altı metre uzunluğundaki ipi ucundan tutarak sallar. Önce bir sayı atlanır. Sonra iki, üç ve dördüncü sefer döne döne atlanır. Beşincide eller beşik gibi sallanır. Altılarda ağız kapanır, yedilerde ağız açılır. Sekizlerde sek sek yapılır. Dokuzlarda eller yumruk yapılarak birbirine vurulur.Onlar da oturarak yapılır. Sonra onbirlerde ip, ayak ucunun altına alınır. Onikide ip ayak ökçesinin altına alınır. Sonra ellerin parmakları makas şeklinde yapılır, ip parmakların arasına alınır. Bunu yaptıktan sonra son olarak “arslan, kaplan ağzını aç, geri yum” denir. İki el arasında sallanan ip alın maya çalışılır. İp alınamazsa veya ayağa takılırsa, oynayan kişi yanar vu tutanlardan birisine sıra gelir. Aynı şekilde oyun devam edip gider.

Saklanbaç oyunu:Oyunun oynanabilmesi için oyuncu sayısının çok olması gerekir. Genellikle gece oynanır. Oyuncular arasında ebe tesbit edilir. Ebe, oyun başladığı zaman yüzünü duvara çevirir ve tesbit edilen sayıya kadar hiç bir yere bakmadan sayar. Sonra oyuncuların saklanıp saklanma dıklarını kontrol için “oldu mu?” diye çağırır.r1;Arkam önüm,sağım solum, saklanmayan köreber1; der Eğer oyunculardan ses gelmiyorsa oyun başlamış demektir. Ebe, diğer oyuncuları saklanabilecek yerlerde aramaya başlar. Eğer gördüğü bir oyuncu varsa adını söyler ve kendi ebelik yerine koşar. Oyuncudan önce yerine gelirse, ebeye yetişemeyen oyuncu ebe olur.Ebenin bulduğu oyuncu ebeden önce gelirse, bütün oyuncular hep bir ağızdan “çanak çömlek patladı” diye bağırırlar. Ebe tekrar ebelik yapmaya devam eder ve oyun böylece sürüp gider.

Körebe:Oyuncular arasında ebe tesbiti yapılır. Ebenin gözü bir mendille sıkıca bağlanır. Oyun başlayınca diğer oyuncular ebeye çimdik atmaya başlarlar. Körebe de oyuncuları yakalamaya çalışır. Eğer oyunculardan birisini yakalarsa o o yuncu ebe olur, yakalayamazsa ebeliğe devam eder.

El el üstünde kimin eli var oyunu:Bu oyunun oynanabilme si için en az üç kişinin bulunması lazımdır. Bir de bu oyunculara hakemlik yapacak diğer bir oyuncu gerekir.Kura çekilir. Kim bilemezse o yere, dizleri ve elleri üzerine yatar. Diğer oyuncular ellerini yatan oyuncunun sırtı üzerine üst üste sıralarlar.Hakem oyuncu, “el el üstünde kimin eli var” diye yatan oyuncuya sorar. Eğer yatan oyuncu bilemez ise bütün oyuncular,bilemedin diye yum ruklarını yatanın sırtına tap tap vurmaya başlarlar. İğnemi, iplikmi,davulmu,zurnamı?diye sorar.Yerde yatan çocuk birini seçer.Ceza olarak iğne derse iğne batırır gibi sırtına parmakla iğne gibi taklit edilir.Zurna derse zurna gibi sırtına vurulur.Davul derse “dom dom “diye yumrukla vurulur.Eğer bilirse, bilinen çocuk ebe olur, yatar ve böylece oyun devam edip gider.

Yağ satarım, bal satarım:Oyuncu ne kadar çok olursa oyunda zevkli geçer. Ebe tesbiiti yapıldıktan sonra ebe, eline bir mendil alır ve “yağ satarım, bal satarım ,ustam ölmüş ben satarım.Satsam onbeş liradır, zam bak, zum bak.Dön arkana iyi bak”diye yüksek sesle tekrarlanarak oyuncuların oluşturduğu halkanın çevresinde dönerek koşmaya başlar.Bu esnada çocukların birinin arkasına mendili bırakır. İkinci turda, mendil bırakılan çocuk bunun farkında değil ise ebe mendili alır ve çocuğu bir tur tamamlanıncaya kadar döver. Eğer mendil bırakılan çocuk, mendili farketmişse hemen mendili alır ve ebeye vurmaya başlar. Oyun böylece devam eder.

Hopbal(mucuk) oyunu:Oyun en az beş kişi ile oynanır. Yere küçük bir daire çizilir. Dairenin içinebazı yörelerde Kayseri’de “milkiş” adı verilen,Koyunlur17; dar1; mucukr1; denen yumurta gibi büyüklüğünde bir taş konur. Mucuk taşını en az beş metre uzaklıkta bir çizgi çizilir. Oyuncular bu çizginin gerisine geçerler. Oyuncuların her biri ellerine yassı bir taş alırlar ki bu ta şa “hoppal” denir. Hoppallar önce, mucuk denilen taşı en yakın düşecek şekilde atılır. En yakın düşüren oyuna başlar, en uzak düşüren de ebe olur. Oyuncular çizgi gerisinden hoppalı, milkişe vurmaya çalışırlar. Hopbalı atarken de “Ortada kuyu var, yandan geç” derler. Mucuk denilen taşı daire dışına çıkarmaya çalışırlar. Milkişi(mucuk) geri getirene kadar oyuncular yerlerine yani çizgi gerisine kaçarlar. Eğer kaçamaz ise hopbalın üstüne ayağını basar ve ebeye yakalanmadan kaçmaya çalışır.r17;Ekmek yapmar17; denen hopbalı ayağını üstüne hiç el değmeden, düşürmeden ayağının üstünden zıplatarak alırsa o zaman yerine ebelenmeden geçebilir.Oyuncu hopbaldan ayağını çeker çekmez ebe vurursa, vurulan oyuncu ebenin yerine geçer. Atılan bazı yörelerden happak(hopbal), (mucuk)milkişi vuramamışsa ebe, hopbalın yanına oyuncuyu getirtmez. Gelirken vurursa vurulan oyuncu ebe olur. Amaç ebeye yakalanmadan happağı alıpkaçmaktır. Oyun böylece devam eder.

Hümmet(Tak çelik) oyunu:
İki kişi arasında oynanır. Oyun için 75cm. uzunluğunda kalın bir değnek ile aynı kalınlıkta 10 cm.uzunluğunda bir de çeliğe ihtiyaç vardır. Başlayacak oyuncu önceden hazırlanmış iki taş arasına çeliği koyar ve değneğini çeliğin altına uzatarak çeliği yukarı kaldırır, havada iken hızlıca vurur. Amaç çeliği en uzağa atmaktır. Attıktan sonra değneği çeliğin atılırken konduğu yere bırakır. Diğer oyuncu çeliği gittiği yerden alır ve değneği vuracak şekilde atar. Eğer değneği vurursa oyuncular yer değiştirir, vuramaz ise oyun tekrar devam eder.

Dalya oyunu:Oyunun oynanabilmesi için Küçük yassı taşlar toplanır. Sayısı 11 olan bu taşlar bir duvar önünde üst üste kayılır. Ebe, bu taşlar bacağının arasında kalacak şekilde dikilir.Oyuncular küçük bir topla taşları yıkmaya çalışırlar. Taşlar devrilmiş ise ebe, hemen topu kapar ve taşı deviren o yuncuya fırlatır. Oyuncuyu vurursa vurulan ebe olur.Eğer vuramaz ise ebe tekrar taşları dizer ve oyun böylece sürer.

www.bilgimekani.com/forum/viewthread.php%3Fforum_id%3D74%26thread_id%3D503+BE%C5%9E+TA%C5%9E+%E2%80%94+DOKUZ+TA%C5%9E&hl=tr&ct=clnk&cd=67&gl=tr

ÇOCUK KALBİMİN KÜSKÜN

Haziran 13, 2008

Ankara’nın örnek mahalle olarak yapılanmış mahallesinde oturuyorduk. Yenimahalle, benim çocukluğumda altın çağını yaşıyordu. Ellili yılların en güzel evleri buradaydı. Hepsi iki katlı ve bahçeliydi. Bizim oturduğumuz ev, sarı renkti. İlkokuldayken resim dersinde öğretmenimiz; ” Herkes kendi evini resimlesin.” demişti. Evimizin dış görünüşünü en ince ayrıntılarına kadar çizmiştim. Saçaklarındaki kuş yuvalarını, balkonumuzdaki çiçekleri aşağı sarkmış saksıları, elektrik tellerini evimize bağlayan beyaz fincanları, perdemizi ve durmadan namaz kılan babaannemi. Resim, eskiyinceye kadar evimizin en göze çarpan duvarında asılı kaldı. Sonra bir kitabın arasına saklamıştım. Onu bir daha görmedim. Ama nedendir bilinmez gözümün önünden hiç gitmez.
Bu iki katlı evin üst katına giriş ana caddedendi. Ahşap kapı ile caddeye açılırdı. Kapının hemen yanında aşağı kata inilen taş merdiven vardı. Bu merdiven çok gerekliydi. Çünkü; merdivenin altında hem bizim hem de ikinci katta oturan ev sahibimizin kömürlüğü bulunuyordu. Yazın aldığımız, odunu kömürü buraya koyardık. Bizim evin yatak odasının pencereleri de buraya bakardı. Duvarla Penceremizin arasında kalan boşluktan gökyüzünü gözlerdim. Gece yatağa girince perdeyi açar, yıldız sayardım. Bulutların hareket edişlerini görürdüm. Ayın ne zaman hangi şekilde göründüğünü izlerdim. Bunlar benim küçük oyunlarımdı . Kimseye söz etmezdim. Üst kattan caddenin üzerinde görülen ev, bizim yatak odasından, yüksek taş duvarı görürdü .Taş duvarın önünde kocaman bir alan vardı. Burası geceleri izlediğim göğün zeminidir. Bizim oyun alanımız. Annemin verdiği kilimleri yere yayar oyunumuzu kurardık.
Oyuncaklarımızın çoğunu kendimiz yapardık. iki tahta parçasını küçük ” t ” harfi biçiminde iple sıkıca bağlayıp üstünü pamukla sarar sonra küçük kumaş parçalarıyla giyindirirdik. Bebek olurdu. Minik yataklar, yorganlar dikerdik. Ağlayan, yürüyen gözlerini açıp kapayan bebekler olduğunu duyardık . O tarihlerde onlardan hiç görmedik. Benim en güzel oyuncağım amcamın Kore’den getirdiği dikiş makinesiydi. Elle çevrilen bir kolu vardı. Çevirince tıkır tıkır ses çıkarırdı. Aslında bu tür oyuncaklarla çok az oynadım. Okul öncesi olmalı. Ben tam anlamıyla bir sokak çocuğu idim. Bizim evin giriş kapısı yokuş üstündeydi. Merdivenli olan yokuş, aşağı altıncı durağa kadar inerdi. Benim gittiğim Fatih ilkokulu da yokuşun dibindeydi. Babamın dükkânı da altıncı durağın tam karşısındaydı… Yokuş üzerinde olan evlerin yazışma adreslerinde altıncı durak , cadde üstünde olan evlerin adreslerinde on birinci durak yazardı. Ev sahibimiz Hasibe hanım teyzeler on birinci durakta, biz altıncı durakta oturuyorduk. Evimizin önünü kocaman bir meyve bahçesi süslerdi. Bahçenin ortasına özenle yerleştirilmiş kafesli çardağın gizemli havası hepimizi etkilerdi. Sanki bilmediğimiz bir lisanla konuşur gibiydi. Etrafı sarmaşık ile sardırılmıştı. Sarmaşığın külah şeklindeki çiçeğini avucumuzun içine alıp , diğer elimizle üstüne vurarak patlatırdık. Ayrıca; adını hatırlamadığım renk renk çiçekler gözümün önünde. Çardağın içinde çepçevre ahşap oturma yerleri dizilmişti. Yaz gecelerinde minderler atılır, komşularla çay içilir, sohbetlere bal katılırdı.
Bahçenin yokuş tarafının duvarı boyunca ince uzun bir bahçemiz daha vardı. Buraya yan bahçe denirdi. Bu bahçede ne yetiştirilirdi hatırlamıyorum. Hatırladığımsa beni hala ürkütür. Bizim mahallenin çocuklarının gece de sokakta oynama alışkanlığı vardı. Kim önce sokağa çıkmayı başarırsa; en yakındaki arkadaşını çağırmaya giderdi. Sonra iki kişi başka arkadaşı çağırmaya koşardı. Buna mecburduk çünkü; babalarımız acımasızdı. Yalvarmadan, dil dökmeden sokağa çıkma izni vermezlerdi. Benim babamdan izin almaya geldiklerinde; ” İhsan Bey Amca ne olur izin verin. Yoksa oyun oynayamayız. Aklımız burada kalır. Acıyın bize. Gecemizi zehir etmeyin . Hadi ne olur?” derlerdi. Araya, “babamın size selamı var” sözlerini de sıkıştırırlardı. Bütün babalara böyle derdik. Onlar da ; ” Siz yok musunuz siz, şeytana pabucunu ters giydirirsiniz. Hadi gidin bakalım.” Derlerdi. insan bu durumda nasıl seviniyor Sanki içinizde kelebekler uçuşuyor. Dışarı çıkmanın heyecanı, arkadaşlarınızın sizi araması. Birden kendinizi önemli biri gibi hissediyorsunuz. Babanızı daha çok seviyorsunuz. Arkadaşlarınıza daha sıkı sarılıyorsunuz.
Evden çıkacağımız sırada; annem seslenirdi; ” Fazla geç kalma. Biliyorsun yan bahçede yatır var. Geceleri kalkıyor. Ona göre. O kalkmadan evde ol.” Bir gece oyuna dalıp eve geç gelmiştim. O gece kabus yaşadım. Yatak odası sokak lambasının ışığı ile aydınlanıyordu. Ağaçların, evlerin gölgeleri korkunç şekiller çizerek evin içinde, odanın duvarında şekillendi. Bir gölge vardı ki ; Beni hasta etmeyi başardı. Pencerenin önünde ev boyu yükselip alçalıyordu. Alçalınca sanki camdan içeri başını uzatıp elleri ile beni tutmaya çalışıyordu. O kadar uzun boylu adamın elleri kolları da çok uzun ve korkunç görünümdeydi. O gece ateşlendim. Ertesi gün de ateşim düşmedi. Dudaklarım uçukladı. Bir hafta okula gidemedim. Sonra; yatırın bizim bahçeden taşındığını söylediler. Ben buna inanmadım. Korku içimden hiç çıkmadı.
Gece , ya saklambaç oynardık ya da on ikinci durakta olan Açık hava Akın Sinemasının duvarlarının üstünden film izlerdik. Yeni çevrilmiş filmleri hiç kaçırmazdık. Filmin galasında, sinema oyuncularını, ses sanatçılarını canlı olarak ilk defa bu duvarların üstünden gördüm. Balkonlarından filmleri izleyebilenlere imrenirdik. Bazen ailece sinemaya giderdik. Tahta sandalyelerde oturup ay çekirdeği çitleyerek film izlemenin tadı bir başkaydı.İtiraf edeyim ki ; arkadaşlarımla duvarların üstünden filmleri izlemek daha keyifliydi. Kışın da beşinci duraktaki Alemdar sinemasına giderdik. Sinemadan hep gözü yaşlı çıkardık. Acıklı olurdu filimler. Mutlu sonla bitse bile bazıları hüznü üstümüzden atmamız kolay olmazdı. Bu filmlerin faydası da olmuyor değildi. Şefkatli, merhametli olmayı öğreniyorduk. Kötü insanların neler yapabileceğini görüyorduk. Aşık olmanın gizemine şahit oluyorduk…
Akşamüstü oyunlarımız hareketli olurdu. Ya tornete binerdik ya bisiklete.Cadde boyu dolaşırdık. Tornete kaç kişi biner hiç belli olmazdı. Bisikletin ,bazen arkasında ,bazen önünde ,bazen de sürücüsü olurduk. Bu saatlerin aklımda kalan ayrıntısı, mahallemizin bizden büyük olan gençlerinin buluşması. Biz, sözde çaktırmadan onları izlerdik. Bizi, görürlerse, “Sakın kimseye söylemeyin .” derlerdi. izlediğimiz gençlerden birisi çok telaşa kapılmıştı. ” Nasıl olsa öğrendiniz. Kimseye söylemeyin, bizim yardımcımız olun. Biz de size derslerinizde yardımcı oluruz.” demişlerdi. Böylece; biz iki arkadaş onların mektuplarını taşıyarak haberleşmelerine yardımcı olduk. Bu sırrımızı kimseye açmadık. Çünkü; bize özel olma duygusu veriyordu. İp atlama, seksek oynama, dalya ,yakan top en çok oynadığımız oyunlardı. Çember , topaç çevirme! çelik- çomak oyunlarını mevsimine göre oynardık. Halohop çevirirdik. Bunda kızlar olarak çok ustaydık. Boynumuzda, belimizde, kolumuzda, bacağımızda çevirebilirdik.Çok sıcak ve çok soğuk havalarda kapalı yerlerde oynadığımız oyunlar , yüzlerce taşla oynan taş oyunuydu. Bütün oyunlarımız takım halinde oynanırdı. Yenen ve yenilen taraf olurdu. Evlerimizde bunu konu yapardık. Nasıl yendik, nasıl kaybettik? Beş taş, üç taş, dokuz taş oyunları iki kişi ile oynandığı için mecbur kaldığımız zamanların oyunlarıydılar.
Bazen yukarı mahallenin çocukları ile maçlar yapardık .0 zaman seyircimiz de olurdu. Hiç abartmıyorum, koşmaktan, oynamaktan tabanlarımız şişerdi..Dizlerimizin yarası hiç iyileşmezdi. Ve sokağa çıkmamıza hiçbir şey engel olamamıştır. Buna çocuk hastalıklarını geçirdiğimiz devreler de dahil. En ateşli durum atlatıldıktan sonra; yavaş yavaş bahçeye! derken bahçe duvarının üstüne , sonrası malum ..Annem, benim için ; “Çok yaramazdın. üzerinde yeni bir şey durmazdı. Hemen ya bir tele ya da ağaca takar yırtardın.” Der. Elbise dikileceği zaman, provada sabredip duramazmışım. Annem, uslanmamız için kardeşimle beni Hacı Bayram Veli Hazretlerine ziyarete götürürdü. Oysa biz yaramaz değil hareketli çocuklardık. Diğer arkadaşlarımız gibi. Oyunu sevmeyen bizim aramıza giremezdi. Anneme kızdığım zamanlar da vardı. Bunun en başında oyunun tam ortasında çağırmasıydı. “Annen çağırıyor .”diye haber gelince çok kızardım. “Allah’ım, ne düşüncesiz oyunun ortasında insan çağrılır mı?” derdim. Genellikle de oyunu bozup gidemezdim. Eve gidince de gece sokağa çıkamama cezasına çarptırılırdım. Gerekçesi; Anne sözü dinlememek.Cezalı olduğum geceler, yatağıma yatar, perdeyi açarım. Gökyüzünü seyrederken arkadaşlarımın sesini dinler ağlardım. Zaman zaman üvey çocuk olduğumu düşünürdüm. Bu sesler kulağımdan gitmeyen özel seslerdir.
Benim çocukluk yıllarımda insanlar, nazik ve birbirlerine saygılıydı. Herkes çok zarifti. Giysilerin bazıları her zaman hatırımda. Belki; büyüdüğüm zaman giyeceğimi düşlüyordum. Büzgülü etekli, “u”" yakalı, kolsuz, dar mini kollu, uzun ve kabarık elbiseler. Uzun Iüle Iüle saçlar, incecik beller Güler yüzlü, ciddi bakışlı genç kızlar. Dar eteklerin boyu diz üstündeydi. Kabarık kısa saçlarla giyilirdi. Erkekler ,takım elbisesiz dolaşmazdı. Hele gecelerde. Biz büyüdüğümüzde , bu görüntüler yoktu. Yani; böyle giysiler bizlere nasip olmadı. Türkiye büyük bir başkalaşım yaşadı. Hem siyasi hayat hem de insanların sosyal yaşayışı değişti. Çocukluğumda, her yaştan insanlar dans ederdi.Özellikle vals.Romantizm,iyi niyetlilik görülürdü. İlişkiler dürüstlük üstüne kurulurdu. Zaten başka türlü düşünemezdiniz. Değişim sırasında yani altmışlı yılların sonuna doğru hepsi birden yok oldu.
Çocukluk yıllarımız muhteşemdi . Ne okuduğum masalları ne para biriktirip aldığım kitapları unuttum. Hele alışveriş yaptığım kırtasiyecinin açılmış kurşun kalem kokan havası aynı tazeliğini koruyor. Altıncı duraktaki Fujiyama Kitapçısının kocaman kalem açacağı vardı. Kalemlerimizi ona açtırmak hoş bir duyguydu. incecik ,kokulu kalemleri alır, açtırır ,kullanmaya kıyamazdık. Çocuk klasiklerini de bu kırtasiyeciden alıp okumuştum.
İlk gençlik yıllarımız arada kaynadı gitti . Birdenbire büyükler sınıfına girdik. Bu nasıl oldu, anlamadım, bilmiyorum. ilk aşkımı hatırlıyorum. Yani; büyümeye başladığımı .. Orta birinci sınıfa gidiyordum. Bizim mahallenin çocukları yukarı mahallenin çocukları ile yakan topu maçı yaptık. O gün maça Turgay isimli yakışıklı bir çocuk geldi. Her halde lise öğrencisiydi. Benim yaşımda beş arkadaşımla şöyle bir karar aldık; “Artık bizim de sevdiğimiz biri olmalı. Herkesin var. İçimizden üçü Turgay’ı diğerleri de başka birini sevecekti. Bu kararı sadece biz biliyorduk. Ne Turgay’ın ne de öteki çocuğun bundan haberi vardı. Bir gün arkadaşlarıma şöyle dediğimi hatırlıyorum; “Size küstüm. Sizden ayrılıyorum. Artık Turgay’ı da sevmeyeceğim. ” Tavşan ,dağa küsmüş dağın haberi yok.
Bu mahalleyi anlatmakla bitiremem. Annem, kulağımı komşumuza deldirmişti. Herkes başıma toplandı. Delme işi bitince kulağıma ip geçirdiler. Yarası iyileşince küpe takılacakmış. Annem, komşularımıza ikramda bulundu. Özel bir günmüş. Doğrusu ben ,bunu hissetmedim. Akşam üstü simitçimiz çay saatine yetişirdi. En çok macuncu ile ilgilenirdik. Öyle güzel renkleri vardı ki; gökkuşağına benziyorlardı. Saatlerce yalardık. Bazen annelerimizde alırdı. Onlara gülerdik ” Siz de mi çocuksunuz?” derdik.
En zengin komşumuz Nevinler ‘di. Kardeşinin adı da Sevim’di. Bakkal Dükkanları vardı. Yazın bir ay ,İstanbul’da kalırlardı. “Yazlığa gidiyoruz.” Derlerdi. Onlar bize farklı insanlarmış gibi gelirdi. Yıllar sonra Nevinle İstanbul’da Kapalı çarşıda karşılaştım. O tarihlerde ben de evlenme hazırlığı içindeydim. Mutsuz bir evlilik yaşadığını ve ayrıldığından söz etti. Bir daha haberleşemedik.
Ramazan gecelerini, bayram sabahlarını anlatabilecek kadar güçlü değilim.Nasıl duygulardı, bize nasıl işlenmişti! Hala akıl erdiremiyorum. Böreklerimiz mahalle fırınında pişerdi. Tepsileri biz taşırdık. Kardeşimle eve gelinceye kadar böreğin kızarmış üst kabuğunu bitirirdik. Bir de ekmeklerin başlarını yerdik. Misafirimiz olduğu günler ” Ekmeği yemeden getir ,ayıp olur.” Diye tembih etmek zorunda kalırdı annem. Ezanın okunduğunu babaanneme haber vermek sanki görevimdi. “Babaanne ezan okunuyor ” diye bağırırdım. Onun seccadenin üstünde saatlerce oturması, tespih çekmesi, duaları içimde anlatılması zor, hoş duygular oluştururdu. Dualarının her zaman yardımımıza koştuğuna inanırdım. Halen inanırım. Mahallemizin camisinde mevlit okutulduğu zaman sonuna doğru gider, külâh içinde dağıtılan lokumlu şekerlerden alırdık.Sokağımızdan polis geçince,sevinir, gururlanırdık. “O,bizim mahallenin karakolunun polisi.” Der arkasından bakardık.Postacımız gelince ; selama durur, onunla mahalleyi dolaşırdık.
Gündüzleri annemle ev gezmesine gitmesine bayılırdım. Gideceğimiz komşuya haberi ben verirdim. “Melahat Hanım Teyze, annemin selamı var. Bir maniniz yoksa yarın öğlenden sonra size oturmaya gelmek istiyor.” Derdim. Melahat Hanım da ” Annene selam söyle. Buyurun, bekliyorum.” Diye cevap gönderirdi. Ertesi gün , ev işlerinde anneme yardım ederdim. Giyinir, süslenir, el işlerimizi yanımıza alır komşuya oturmaya giderdik.
Çocukluğumda, her hafta sonu hamam günümüz olurdu. Herkes giderdi. Hamam sefalarından aklımda kalanlar, buhar, göbek taşı ve yediğimiz buz gibi meyvelerle, içtiğimiz sade gazozlardı. Kır gezmesine gider gibi hazırlık yapılırdı. Asıl kır gezisi yaptığımız yer Atatürk Orman Çiftliği idi. Bahar Bayramında ve hıdrellez günlerinde mahallece gidilirdi. Bazen de babam arabayla Çubuk Barajı’na götürürdü.
Güneş nereden , ne zaman doğar, nasıl batar bilmezdim. Ama; gecenin yıldızlı göğünü severim. Gece, Yenimahalle’den Anıt-Kabir ve Gençlik Parkı çok güzel görünürdü. Sanki şehrin en parlak ışıkları oralardaydı. Gece gezmeleri buralarda olurdu . Türkiye’de yürüyen merdiven, ilk olarak UIus’da bir alış veriş pasajına yapılmıştı. Birkaç kez onu izlemeye gitmiştik.
Çocuklar, anneleri ve öğretmenleri ile gurur duyarlar. En güzel öğretmen benim öğretmenimdi. Herkes kendi öğretmeninin güzel olduğunu söylerdi. Demek ki öğretmen olmak için güzel olmak gerekli diye düşünürdüm. Annem de en genç ve en güzel anneydi. Çünkü ben ilk çocuktum. Annem, babam gençtiler. Annemin okuluma gelmesi övünç kaynağım olurdu.
Bir gün mahallemizden ayrıldık.Kendi evimize taşındık. Ayrılık zamanını bugün bile hatırlamak istemiyorum. Buna ayrılmak denmez. Çatır çatır koparılmıştık. Bir süre okuldan çıkınca, ayak alışkanlığı olarak eski mahallemize gittim. Oyunlara yarım yamalak katıldım. Eskisi gibi olmuyordu. Zaten bundan sonra sokakta oynamadım. Artık büyümüştüm.
Yıllar sonra mahallemiz burnumda tütmeye başladı. O kadar özlemiştim ki mutlaka görmem gerekti. Bu isteğime engel olamadım. Ailece Ankara’ya geldik. Yolda mahallemizi aklımdan geçirirken, bazı anılar daha parlak olarak gözümün önüne geliyor, sanki anlatmam gerekli duygusuna kapılıyor, heyecanlanıyor ve durmadan konuşuyor ailemi özel bir yere götürüyor olmanın sevincini yaşıyordum. Yenimahalle’ye girince daha da heyecanlandım. Hem etrafı görmek istiyor, hem gözlerimi kapatıyordum. Sihirli bir alemdeymişim gibiydim.
Birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü durakları geçtik. Kimsede çıt yoktu. Görünen özel bir şey de yoktu. “Buralar bizim mahalle değil.” Demek mecburiyeti hissettim. Aslında dördüncü duraktan geçerken içim cız etti. Sürekli gittiğimiz çocuk parkının önünden geçtik. öyle bakımsız ve küçüktü ki; ondan söz etmekten çekindim. Halbuki; parkın bahçıvanı gözümün önünde duruyordu. Beşinci durağa gelince şaşkınlığım arttı.Çocukluğumun en muhteşem caddesi Ragıp Tüzün Caddesi yoktu. Küçülmüştü. Belediyenin diktiği fidanlar büyümüş ağaç olmuşlar. Caddeye tünel kurmuşlar. Altıncı durağa gelince ; “işte ilk okulum, işte babamın demirci dükkânı, işte minaresinin ışıkları yansın diye beklediğimiz camii, işte ortaokulum , karakolumuz.” dedim. Ama coşkum kaybolmuştu. Burası , anlattığım, çocukluğumun geçtiği yere benzemiyordu. öyle boynu bükük, öyle sahipsiz bir hali var ki.. Farkında olmadan “Buralara ne olmuş?” demişim. Çocuklar; “Bir şey olmamış, her şey eskimiş ve ihtiyarlamış.” Deyip güldüler. Her yer nasıl değişmiş, yabancı hale gelmiş. Yeryüzünde canlı cansız ne varsa hızla değişiyor ve bir yere doğru koşuyor bilerek ya da bilmeyerek dedim içimden. Yenimahalle’nin etrafına o kadar çok ev, kocaman siteler yapılmış ki Yenimahalle’yi bulmak için büyüteç lazım diye düşündüm.
Asıl evimizin olduğu yeri görmeye gitmekten vazgeçtim. Bu fikrimi söyleyemedim. Ve bütün durakları geride bırakarak on birinci durak ile on ikinci durağın arasında bulunan, rüyalarıma giren mahallemize yavaş yavaş geldik. Ben, dut yemiş bülbül gibiydim. Ağzımı bıçak açmıyordu. Arabamızı yokuşun başında , tam bizim evin önünde durdurduk. Bacaklarımın bağının çözüldüğünü hissettim. Evimiz yoktu. Yıkmışlar, yerine kocaman apartman yapılmış. Ne bahçesi vardı ne kuş yuvaları. Bahçedeki yatırın buradan şimdi taşınmış olduğunu düşündüm. Yokuşun merdivenlerine oturdum. Başka bir şey görmek istemiyordum. Yokuş aşağı bakarken, kışın kızaklarımızla nasıl uçar gibi kaydığımız aklıma geldi. şimdi kış mevsimindeyiz ama kar yağmamıştı. “Kar bile yok.” Dedim içimden. Duvarın dibinde, önüne ekmek kırıntısı koyduğum karınca yuvası da yoktu. Karıncalara basmamak için nasıl dikkat ettiğimi, oturup onları izlediğimi, durup durup ne konuştuklarını merak ettiğimi hatırladım. Onlar da alıp başlarını gitmişlerdi. Şehir büyümüştü. ” Neden bahçemize kıydınız?” diye içim ağlıyordu. Göz yaşlarımı tuttum. Çocukluğum ölmüştü. Burası, neresiydi… Küskün bir çocuğa benziyordu. Bu mahalle bize küskün olmalıydı. Ben, büyümüş, acımasız kente küskünüm. Çocuk kalbimle geldiğim mahalleden, omuzları düşmüş bir yaşlı olarak ; ” Haydi, beyler gidelim.” Dedim. Hüzünlü bir hava esti. Tadı ağzımdan gitmeyen iplere dizilmiş sonbahar renkli alıçlardan da gözlerimi kaçırdım. Akşam karanlığı çökmüştü. Akın Sinemasını görmeğe gitmedik. O duruyordur neden yıksınlar? Dağdaki su deposu, aşağı sokaktaki fırın , yıldızlı lacivert gökyüzü de …

www.yazimhane.com/modules.php

KAYNARCA OYUNLARI

Haziran 13, 2008

KAYNARCA’NIN YÖRESEL OYUNLARI
Hazırlayan: Ramis MEMİŞ(*)

KAYNARCA YÖRESİ ÇOCUK OYUNLARI:

Tarımda makineleşme yaygın olmadığı ve traktör bulunmadığı dönemlerde Kaynarca Yöresinde hemen her evde ortalama 25-30 koyun ve en az 2 inekle 2 çift koşum öküzü bulunur, evin 10-15 yaşlarındaki erkek veya kız çocukları hayvanları otlatır, yöresel deyimler güder veya gözetirlerdi. Bu arada otlak olarak ise 2 bölüm arazi bulunurdu. Bunlardan birincisi Hazine arazisi olup, köyün ortak kullanım alanıydı ve daha çok otlak olarak kullanılırdı. İkinci bölüm otlaklar ise, araziler genellikle iki yıl ekilir, iki yıl da dinlenmeye bırakılır, bu sürede ise arazi otlak olarak kullanılırdı. Örneğin Demirciler İçi mevkii veya Sayvanaltı mevkii o sene dinlenmeye bırakılır, yaklaşık 500 ile 1000 dönüm arsındaki o alan, köylünün ortak merası olur, bunun da yarısı büyük baş hayvanlara, diğer yarısı da koyun-keçi gibi küçükbaş otlağı olarak kullanılırdı. Bu alana mera veya yöresel deyimle örü denilirdi. Çocuklar genellikle ilkbaharda bu arazilerde, yaz ve sonbaharda ise hemen tüm arazilerde ortaklaşa hayvan gözetirler, hayvanların öğle saatlerinde doyup yattığı-dinlendiği zamanlarda birlikte oyunlar oynarlardı.

Anlatacağımız oyunların önemli bir bölümü çocuklar tarafından açık arazide oynanan oyunlardır.

Dipdip:

Daha çok hayvan gözeten çocukların dinlenme sırasında açık alanda oynadığı bir oyundur. Genellikle erkek bazen de kız erkek çocukların karışık oynadığı olur. Bu oyun için herkesin özel birer dipdip sopası olur. Yaklaşık 100-120 cm boyunda, bir ucu incemsi, kızılcık, yemişen veya karagürgen ağacından ateşte kızartılarak yapılan esnek bir sopadır. 8-10 çocuk tarafından oynanır. Yan yana dizilen çocuklar, hepsi aynı hizadan sırayla sopayı yaylandırarak en ileriye-uzağa atmaya çalışırlar. En kısa mesafeye atabilen ebe olur. Ebe bütün sopaları toplayıp tekrar getirir. Ebe kendi sopasını dizili çocukların 2 metre kadar önünde yatay olarak koyar, diğer çocuklar ebenin sopasının üzerinden kaydırarak en ileriye atmaya çabalarlar. Üçüncü turda ebenin sopası en ileriye giden sopanın önüne yatay olarak koyulur. Bu kez bütün çocuklar ebenin sopasının üzerinden kaydırarak en ileriye atmaya çalışırlar. Ebenin sopasına değdiremeyenler oyun dışı kalırlar. Hiçbir çocuk ebenin sopasına değdiremeyinceye kadar oyun devam eder. Ebenin sopasının yerinden çocukların dizildiği oyun başlangıç noktasına kadar adımla sayılır, her adıma kabak denir.

Birinci bölüm örneğin ebenin “Garadonnunun Azizin 45 gabak yimesi”yle sonuçlanmıştır. Oyun tekrar başlar. İkinci ebenin “gabak yemesi”ne kadar devam eder. Bu oyunun bir saat sürdüğü de, üç saate kadar sürdüğü de olur. Oyunun sonunda “en az gabak yiyen” birinci, “en çok gabak yiyen” oyunun mağlubu olur. Adını sopanın “dip dip” yere vurularak ses çıkartmasından aldığı sanılmaktadır.

Met:

15-20 cm boyunda, 2 cm genişliği 3 cm kalınlığında özel yapılmış, iki başı da üçgen kesilmiş “met” adı verilen bir aletle oynanır. Her çocuğun yaklaşık bir metre boyunda dipdip sopasından biraz daha kalınca sert bir (kızılcık, yabani kızılcık (kaysiydiren), garagürgen, yemişen gibi) ağaçtan yapılmış bir sopası bulunur. Düz toprak zeminden her çocuk sırayla metin başına sopayla vurarak 1-1,5 metre havaya kaldırır, sopasını var gücüyle mete vurarak en uzağa götürmeye çalışır. Herkes metin düştüğü noktadan başlangıç noktasına kadar adımlayarak sayar, en geride kalan o kadar adım “gabak yemiş” sayılır. Örneğin “Köseğlunun Mıstava 15 gabak yedi” denir. Oyuna aynı şekilde devam edilir. Her turda en geride kalan gabak yemiş sayılır. Bu oyun genellikle yarım ile bir saat arasında sürer. En çok gabak yiyen oyunu kaybeder. Adını “met” adı verilen ve her iki başı da ters üçgen kesilen aletten aldığı sanılmaktadır.

Çelik-Çomak:

Bu oyun da çocuklar tarafından met sopalarıyla oynanır. Fakat üç noktada metten ayrılır. Birincisi metin kendisi, ikinci metin üzerine koyulduğu aletin farklılığı, üçüncüsü de ebenin karşıda beklemesidir. Adına “çelik” denilen 20 cm kadar uzunluğunda yuvarlak her iki ucu da düz kesilmiş bir aletle oynanır. Met sopasına da “çomak” denilir. Çocuk çeliki, ya yere batırılmış 50 cm yüksekliğindeki bir çubuğun üzerinden kendi elindeki çomakla vurup ilerideki ebeye doğru gönderir, ya da bir ucunu avucuna aldığı çomağa yerleştirip havaya zıplattığı çeliki çomağın kuyruğuyla ebeye doğru gönderir. Ebe yaklaşık 25-30 metre karşıda çeliki beklemektedir. Ebe elindeki çomakla çeliki karşılayıp geldiği yöne iade etmeye çalışır. Ebe karşıladığı çeliki, atan çocuğun gerisine gönderebilirse ebelikten kurtulur, atan çocuk ebe olur. Ebe çeliği diyelim ki atamn çocuğun yönüne doğru kısa bir mesafe atabildi, veya hiç vuramadı, çeliğin düştüğü noktadan oyunun başlangıç noktasına adımlanır, ebe o kadar gabak yemiş sayılır. Bazı yerlerde buna sayı da denilir. Ebe olan çocukların içinde en fazla “gabak yiyen” oyunun mağlubu sayılır. 8-10 kişiyle oynanır. Yarım saatle bir saat kadar sürer. Adını “çelik” ve “çomak” adı verilen oyun aletlerinden aldığı sanılmaktadır.

Tunuç:

Genellikle erkek çocuklar tarafından oynanan bu oyun Seyrek de olsa karışık da oynandığı olur.

8-10 kişi tarafından oynanır..

Konik biçimde 10-15 cmlik ağaçtan “tunuç” adı verilen bir aletle oynanır. Herkesin elinde 25-30 cm uzunluğunda, yaklaşık 4-5 cm çapında yuvarlak bir “tunuç sopası” olur. “Tunuç taşı” adı verilen, 20-25 cm çapındaki düz bir taşın üzerinden oynanır. Herkesin tunuç taşından 4-5 metre mesafede ayak topuğunu koyacak çukurlukta bir kultesi vardır. Bu kulteler oval bir şekilde, yaklaşık 60-70 cm mesafede oluşturulmuştur. Tunuçun başındaki kişi ebedir. Ebenin eli boştur ve tunuç taşı hizasında 1-2metre yanda durur. Kultelerin başındaki oyuncular sırayla elindeki sopayı tunuca atarak tunucu devirip ileriye götürmeye çalışır. Örneğin ilk oyuncu sopayı attı tunucu devirmedi, sopası ileriye gitti, oyuncu yerinde bekler. İkinci oyuncu atar, o da tunucu vuramazdevirmezse o da yerinde durur. Üçüncü oyuncu tunucu vurdu diyelim, ebe tunucu alıp tunuç taşına dikmeye ve diğer üç oyuncudan birinin kultesini kapmaya çalışır. Üç oyuncu da ebeden önce sopalarını alıp kultelerine dönmeye çalışırlar. Kulte kapamayan yani boşta kalan ebe olur. Oyun yaklaşık bir, bir buçuk saat sürer. Çok yorucu bir oyundur. Bazen akşam karanlığında tunuç görünemeyinceye kadar oynanır. Adını “tunuç” adı verilen konik aletten aldığı sanılmaktadır.

Domuz:

Genellikle 15-18 yaşlarındaki büyükçe çocuklardan; 8-10 bazen de 15 kadar çocuk tarafından oynanır.

Herkesin elinde kalınca 100-120 cm uzunluğunda ucu topuzlu yabani kızılcık, yemişen veya garagürgenden yapılmış “domuz sopası” vardır. Ağaçtan yapılmış 6-7 cm çapında top gibi yuvarlak “domuz” adı verilen bir alet vardır. Ortada 25-30 cm çapında, 8-10 cm derinliğinde bir “domuz çukuru” bulunur. Oyuncular domuz çukurunun etrafında tahminen 4-5 metre bazen 8-10 metre civarında ayağını koyacak derinlikte birer kulte edinirler. Kulte sayısı oyunculardan bir noksandır. İlk ebe “çöp çekme” yöntemiyle kurayla belirlenir. Ebe dahil herkesin elinde domuz sopası vardır. Oyun ebenin domuzu 8-10 metre uzağa atmasıyla başlar. Ebe dahil herkes ellerindeki sopalarla domuzu “domuz çukuru”na sokmaya çalışır; domuz çukura girdiğinde herkes bir kulte kapmaya koşar, bir kişi boşta kalır; boşta kalan yeni ebe olur. Hareketli ve yorucu bir oyundur. Bir, bir buçuk saat kadar sürer.

Oyunculara cezası yoktur. Adını “domuz” adı verilen top gibi yuvarlak aletten veya topun “domuz avı” gibi sopayla kovalanmasından aldığı sanılmaktadır.

Zekkelambaç:

Meraya (örüye) hayvanları götürürken veya akşama meradan hayvanları getirirken 5-6 çocuk tarafından yolda oynanır. Ellerindeki bir metre uzunluğundaki sopalarla oynanır. Amaç sopayı takla attırarak sektire sektire en ileriye götürtmektir. Cezası yoktur. Bir yandan hayvanlarla beraber yolda ilerlenir, bir taraftan da oynanır. Ebesi, kazananı, kaybedeni yoktur. En ileriye atan takdir kazanır. Adını sopaları sektirmekten aldığı sanılmaktadır.

Saklambaç:

Kız ve erkek çocuklarınca karışık olarak akşam saatlerinde 8-10 kişiyle oynanır. Bir kişi kurayla ebe olur. Ebenin gözlerini yumarak elliye bazen de yüze kadar birer birer saydığı bir yer vardır. O sırada diğer oyuncular bir köşeye saklanır. Ebe bunları görüp tanımaya ve ebelemeye çalışır. Eeb diyelim ki bir oyuncuyu gördü, “Ramis seni görüm, söbe” der ve bu arada da başlangıç noktasına koşup elini değdirir ve ebelikten çıkar, yeni ebe belirlenmiş olur. Herkes saklandığı yerden ortalığa çıkar ve oyun yeniden başlar.Gördüğü kişi ondan önce elini değdirirse ebelik devam eder. Ebe diğer saklananları aramaya devam eder. Hiç birini bulup da söbeleyemezse, onun ebeliği devam eder. Söbelenen oyuncu yeni ebe olur. Yaklaşık yarım saat kırk dakika kadar sürer. Adını “saklanmaktan” aldığı bilinmektedir.

Çizgi:

Genelde kız çocukları bazen de karışık oynanır. Toprak zemin üzerine sert bir cisimle, beton zemin üzerine kiremit parçası veya tebeşirle kareler çizilir. Karelerin kenar uzunluğu genellikle 40-45 cm civarında olur. İlk sırada bir kare, ikinci sırada bir kare, üçüncü sırada yan yana üç kare, dördüncü sırada bir kare, beşinci ve son sırada yan yana üç kare olur. 5-5 cmlik kare biçiminde bir tahta veya taş parçasını tek ayak ucuyla dokunarak kare içinde gelecek şekilde oynanır. Her bir kareye oda denir. Oyun tek ayakla oynanır. Sadece üç odalı yerlerde oyuncu iki ayağını da odalara koyabilir ve dinlenebilir. Amaç taş veya tahta parçasını, ayak ucuyla tüm odalarda sırasıyla gezdirerek, hiçbir çizgi üzerine getirtmeden (yanmadan) götürüp getirtmektir. Genellikle iki kişiyle oynanır. İlk turda her iki oyuncu “göz açık” oynarlar. İlk turda her iki oyuncu da götürüp getirmeyi başarırsa, ikinci turda “gözler yumuk” yürüyerek oynanır, sadece üçlü odalarda gözlerini açar. Gider gelir. Hangi oyuncu bunu da başarıyla tamamlarsa, başlangıç noktasını gelip arkasını döner, tahta veya taşı odalar yönünde başının üzerinden atar, taş çizgiye değmeden hangi odaya denk gelirse, o oda artık onun evidir. O orada kalan oyun süresince iki ayakla basabilir. Diğer oyuncu onun evine kesinlikle giremez, onun üzerinden atlamak mecburiyetindedir. En fazla oda alan oyunu kazanır. Kaybedene ceza yoktur. Oyun genellikle yarım ile bir saat kadar sürer. Tek ayakla oynandığı ve çizgilere dokunulamayacağı için çok yorucudur. Adını odaların “çizilme”sinden aldığı düşünülmektedir.

Tombala:

Kız ve erkek çocuklar tarafından karışık olarak 7-8 kişiyle oynanır. Düzgünce bir zemin-taş üzerine, 5 cm X 5 cm veya 6 cm X 6 cm ebadında tahta parçaları veya kiremit parçaları, seyrek de olsa düzgünce taş parçalarının üst üste koyulmasıyla oynanır. Bezden yapılmış topla veya plastik topla oynanır. Tunuç oyunundaki gibi, oyuncular taşların dizildiği ana noktadan 4-5 metre uzaklıkta yan yana dizilirler ve birer kulte yaparlar. Kulte sayısı oyuncu sayısından bir eksiktir. İlk ebe kurayla belirlenir. Ebe üst üste dizili 15 kadar taş-tahta parçasının bir metre yakınında durur. Diğerleri sırayla topu yığına atarak onları devirmeye çalışırlar. Devrildiği zaman ebe, dağılan taşları aynı şekilde toplayıp dizmeye ve kulte kapmaya, topu atan da gidip topu alıp kultesine dönmeye çalışır. Topu atan ebeden önce topla kultesine dönerse ebenin ebeliği devam eder, eğer ebe ondan önce taşları dizip kulteyi kaparsa, topu atan yeni ebe olur. Oyun bu şekilde bir, bir buçuk saat kadar oynanır. Kaybedene ceza yoktur. Taşların toplanması nedeniyle “tombala” adını aldığı söylenmektedir.

Üçtaş:

İki çocuk tarafından üçer taşla oynanır. Düz bir zemin veya kağıt üzerine geniş bir üçgen çizilir. Üst köşeden tabanın ortasına bir dik inilir.köşeden karşı kenarın ortasına dik olarak bir çizgi çizilir. Tabana paralel iki çizgi daha çizilir; böylece 10 adet durak elde edilmiş olur. Oyuncular ellerindeki üçer taşı “bir sen bir ben” sırasıyla noktalara konarlar. Konma bitince sırayla “birer taş” oynanır. Oynarken oynarken bir kişi köşeye sıkışarak oynayamaz hale gelince oyun da biter, mağlup belli olur. Bazı yönleriyle satrancı hatırlatır. Usta oyuncular tarafından saatlerce de sürdürüldüğü görülür. Genellikle üç el oynanır, iki seti alan galiptir.

Bu oyunu büyüklerin de oynadığı görülür. Cezası olmamaktadır. Galip gelen “zeki” olarak itibar kazanır. Her oyuncunun üçer taşla oynamasından ötürü “üçtaş” adını aldığı bilinmektedir.

Beştaş:

Genellikle, iki seyrek olarak da üç kız çocuğu tarafından sırayla oynanır. Dördü birbirinin benzeri yatay, biri yuvarlak beş taşla oynanır. Düz bir zeminde oynanır. Oyuncu kız, yuvarlak taşı havaya atarak aynı elle önce taşları birer birer toplar, her topladığı taşı diğer eline koyar. Buna “birler” denir. İkinci elde yuvarlak taşı havaya atarak yerdeki taşları “ikişer ikişer” tutar. Buna “ikiler” denir. Oyuncu havaya attığı taşı yere düşürdüğünde yanar, sıra diğer oyuncuya geçer. Sonra üçünü bir, birini tek alır, buna “üçler” denir. Sonra dördünü bir alır, buna “dörtler” denir. Üçünü veya dördünü bir anda alamayan oyuncu yanar. Dörtleri de tamamlayan, kemerlere geçer. Oyuncu sol elini kemer yapar, Beş taşı da eline alır, yuvarlak olanı havaya atar, diğer dördünü kemerin önüne bırakır. Yuvarlak havaya atılarak tek tek kemerden geçirilir. Sonra iki iki geçirilir, sonra üç ve tek geçirilir. Sonra dördü birden aynı seferde geçirilir. Bu da tamamlandıktan sonra taşların beşini de avucunun içine alır, taşların hepsini havaya atar, elinin üzerinde hepsini tutmaya çalışır, tutabildiklerini havaya atarak tekrar avucunun içine alır. Beş taştan avucunun içinde kaç tane kaldıysa, karşısındaki oyuncuya o kadar “gabak yedirmiş” olur. Oyun böylece devam eder. Karşısındakine en çok kabak yediren oyunun galibidir. Cezası yoktur, oyunun galibi “becerikli kız” olarak takdir edilir. Beş taşla oynandığı için “beştaş” adı verilmiştir.

Dokuztaş:

13-16 yaşlarında genellikle erkek, seyrek de olsa kız çocukları tarafından dokuz taşla oynanan bir oyundur. Akşamları köy odalarında büyüklerin de oynadığına rastlanırdı. İki kişiyle karşılıklı oynanan bir oyundur. Her iki oyuncu da farklı renkte örneğin “biri dokuz adet mısır, diğer dokuz adet fasulye” ile oynar. Oyuncular ellerindeki üçer taşı “bir sen bir ben” sırasıyla noktalara konarlar. Konma bitince sırayla “birer taş” oynanır. İç içe geçmiş üç adet dikdörtgenin ortalarından dikine çizilmiş bir zeminde oynanır. Amaç dikine veya yatay “üç taş”ı yan yana getirip, rakibin bir taşını yemektir. Bu oyunda marifet “üçtaş” yapmaktır. Hatta iki peş peşe sırayı yana yana getirip “vargel” veya “vırtgel” yapmak büyük marifettir; çünkü her oynadığında rakibin bir taşını alabilirsin. Normalde her seferde bir “durak” ilerlenirken, üç taşa gerileyen oyuncuya aynı güzergahta sınırsız oynama hakkı verilirdi. İki taşı kalan o elde yenilmiş sayılırdı. Genellikle üç veya beş el oynanırdı. Usta oyuncular saatlerce yenişemezlerdi.

Dokuztaş Turnuvalarının bile düzenlendiği olurdu. Bir tür “ileri düzeyde zeka oyunu” olup, satranca benzer özellikleri bulunurdu. Birinciliği kazanan çevresinde büyük itibar görürdü. Adını “dokuz adet taşla oynandığı” için aldığı bilinmektedir.

KAYNARCA YÖRESİ BÜYÜK ERKEK OYUNLARI

Yüzük:

Daha çok uzun kış gecelerinde köy odasında veya bir komşu evinde 10-15 kişilik bir grup halinde çoğunlukla erkek erkeğe, bazen de bayan bayana oynanır. Grup erkekleri ayaklarından her iki yün çorabını da çıkarıp, içe doğru çekilerek dürerler; yerdeki kilime dizilir. Yuvarlak bir halka oluşturulur.

Oyuncular beşer beşer, altışar altışar veya yedişer yedişer iki gruba ayrılır. Yüzüğü saklayacak taraf kura ile belirlenir. Saklama işi karşılıklı yapılacaktır.Boncuk veya parmaktan çıkarılan bir yüzük, kurayı kazanan grubun en iyi saklayıcısı tarafından çoraplardan birinin altına saklanır. Bu arada saklayıcı elini, tüm çorapların altına gezdirir. Karşı grup da hangi çorabın altına koymuş olacağını öğrenmeye çabalar. Saklama işlemi bitince karşı grup arsında sesli olarak değerlendirme yapar, işkillenilen çoraplar açıklanır. Karşı grubun belirlediği bir sözcü-açıcı, çorapları açar ama işkillendiği çorabı en sona bırakır. Amaç son açtığında yüzüğü bulup, sıfır ceza (kabak) veya en az gabak yemektir. İlk grup, karşısındaki grup yüzüğü en sonda bulana kadar saklamaya ve karşı gruba gabak (ceza) yedirmeye devam eder. Karşı grup son çorapta yüzüğü bulduğu anda, yüzüğü saklama sırası kendilerine geçer. Bu kez onlar yukarıdaki işlemi tekrarlarlar. Karşı tarafa ceza-gabak yedirmeye çalışırlar. Sonuçta hangi grubun yediği gabağı çoksa o grup oyunu kaybetmiş olur. Bu oyun üç, beş hatta yedi saat süren çok iddialı bir oyun olup, kaybeden grup genellikle gözleme ve kış helvası alır, yenenlere ikram eder; kendileri de yerler. Bu ceza genellikle bir sonraki (genellikle bir hafta sonraki) oyun başlangıcında tahakkuk eder.

Bu oyun köy odalarında sadece erkekli, evde oynanıyorsa erkekli-kadınlı da oynandığı da olurdu.

Sıraman:

Sadece dini bayramlarda köyün 17 yaşından 35 yaşına kadar olan 20-30 delikanlısı tarafından oynanan seyirlik bir oyundur. İddia değil görsellik ön plandadır. Sırayla herkes bükülür, sırası gelen “hayda bre” diyerek zıplar, iki elini bükülen delikanlının sırtına koyarak “eşeğin üstüne atlar”casına öbür tarafa atlar ve bir - iki metre sonra o bükülür, sırası gelen atlar. Böylece bütün köyün yolları en az bir kez gezilerek tamamlanır ve böylece bayram coşkusu bütün köye yaygınlaştırılmış olur. Köyün kadınları oynayan delikanlıları seyrederler. Ortalama yarım saatlik oyunun sonunda, köy meydanında sofralar gelir, hem istirahat edilir, hem de birlikte yemek yenir. Bayram yağmurlu olursa da çamur-çökek denmez oynanır, yemek köy odasında yenir.

Abatopu (Altus Sivis da Gel):

Sadece dini bayramlarda erkekler tarafından köy meydanında oynanan bir oyundur. Örneğin 22 kişiyle oynanır. Bir kişi ceketi/abayı top haline getirip urgana bağlar. Urganın diğer ucunu eline alır. Geriye 21 kişi kalmıştır. “Altus siviş de gel” diye bağırır. Herkes dağılıp bir eş tutmaya çalışır. O arada abayı elinde tutan kişi, eş tutmayanlara aba topuyla vurur. Bir kişi eş tutamadan açıkta kalmıştır. Abacı, eş tutamayana “neden eş bulamadın?” diye azarlayarak abayla sırtına veya ayaklarına bir kez vurur. Tekrar “Altus siviş de gel” diye bağırır, tekrar herkes dağılır, herkes yeniden eş tutmaya çalışır. Kurala göre bir önceki eş tutulamaz; her oyunda eş değişir. Bu arada eş tutamayan ebe, gözüne birini kestirdiği için, “Altus siviş de gel” dendiğinde genellikle ilk olarak o eş tuttuğundan, iki kez üst üste ebe olduğu pek görülmez. Bu kez başka biri açıkta kalır. Oyun böylece devam eder. Bu oyun genellikle yarım saat, kırk beş dakika kadar sürer. Bu oyunda ceza olmayıp, sık sık ebe olmak prestij düşürücüdür. Bu oyunu kız kızan, çoluk çocuk bütün köy halkı gülerek seyreder. Oyunun sonunda köy meydanında veya yağmurluysa köy odasında topluca yemek yenilir.

Dalak Çıkırığı:

Bayramlarda köy meydanına kurulan bir ahşaptan oyun aracıdır. Üç metre kadar uzunluğunda kalın meşe ağacından bir tane direk yapılır. Bir tür ilkel tahtaravallidir. Direğin başı aynı akis başı gibi yapılır. Direğin ucuna yere paralel olarak 4-5 metre uzunluğunda ağaçtan kuvvetlice bir sırık koyulur. Her iki ucuna bir delikanlı biner. Tahtaravalli misali iner çıkarken, bir yandan da dönerler. Bu oyunu zaman zaman kızların da oynadığı görülür. Bu aygıta “dalak çıkrığı” denir. Bu düzenek her iki dini bayram süresince kurulu olur, köyün hemen hemen bütün gençleri dalak çıkrığına binerler.

Salıngaç:

Asıl adı salıncak olup, yöre halkı tarafından “salıncak” olarak isimlendirilir. Köy meydanındaki irice bir dut ağacına zincir bağlanır. Altına kuvvetli bir tahta zincirlere monte edilir. Yüzleri birbirlerine dönük 2 grup genç, binerek sallanırlar. Bir tür ilkel bir gondoldur. Neredeyse ters dönecek kadar yükselinilir, bazen ters döndüğü bile olurdu.

Sinsana:

Sadece düğünlerde, cumartesi günleri yani gelin almasından bir gün önce olur. Erkek tarafı düğün günü sabah erkenden kız tarafına çeyiz getirmeye gider. Ortalama 15-20 delikanlı vardır. Bunların içerisinde atlı ve yayalar vardır. Kız evinde yemek yedikten ve çeyizi aldıktan sonra, 5-6 delikanlı ya yaya olarak, at varsa atlı olarak düğün evine “kim önce varacak” diyerek koşu yaparlar. Amaç. Düğün evine bir an önce varıp “çevre” veya “tavuk” ödülünü almaktır.

Arapuşağı:

İki erkek tarafından oynanan biraz da müstehcen bir oyundur. Daha çok düğünlerde oynanır.

Klarnetle havası çalınır, davulcu davulunu vurur, davulcu sözlerini söyler;

Arap da dereye apıştı,

Sülük de ..tüne yapıştı.

(…) iki oyuncu erkek arka arkaya durur. Bir tür çiftetelli gibi erkekler hareket ederler, arkadaki erkek öndekini parmaklamaya filan çalışarak kızdırmaya çalışır, öndeki ağzıyla suyu arkadakine püskürtmeye çalışır.

Kibrit:

Uzun kış gecelerinde erkekler tarafından oynanan bir oyundur. Kibritin geniş yüzünün yazılı tarafı 2 puan, yan tarafları 5 puan, dik tarafı 10 puandır. Masa, sehpa veya rahne (rahle) üzerinde oynanır. Genellikle iki kişi tarafından oynanır. Sert zeminin üzerine hafif çapraz biçimde konulan kibriti, oynayan oyuncu baş parmağının tırnaklı tarafıyla havaya zıplatır. Kibritin hangi yüzü gelirse ona göre puan alır. Yazısız geniş tarafı gelirse veya kibrit, oyun alanının dışına çıkaryere düşerse yanmış sayılır, oynama hakkı karşı tarafa geçer.

15-20 dakika veya yarım saat kadar oynanır. Genellikle çayına kahvesine oynanır.

KAYNARCA YÖRESİ BÜYÜK KADIN OYUNLARI

Gız çalma oyunu:

Uzun kış gecelerinde, komşulardan birine yabancı köyden bir kız misafir geldiğinde, köyün genç kızları ve yeni gelinler o akşam o evde toplanırlar, çeşitli eğlenceler yapılırdı. Bunlardan birisi de kız kaçırma oyunudur.

Bu grubun içerisinden 2 veya 3 kız, diğerlerine çaktırmadan ortadan kaybolurlar, baba veya ağabeylerinin elbiselerini giyerler, kömürle kendilerine bıyık yaparlar, o evi basarlar, içlerinden kızın birini zorla birini kaçırmaya kalkarlar. Durum anlaşılana kadar oradaki kız ve gelinler “eyvah, can kurtaran yok mu, kız kaçırıyorlar, yetişin” diye yeri göğü inletirler. O arada kıyafet değiştirip orayı basan kızlar, şapkalarını çıkarıp başlarını açınca orada bulunanlar kahkahayla duruma gülerler. Bu oyun komiklik ve taklit üzerine kurulu tiyatral bir oyundur.

Sürmeli Balık Oyunu:

Kadın oyunlarından biri sürmeli balık oyunudur. Kadınlar yere oturarak yuvarlak bir halka halinde dizilirler, içlerinden biri ebe olur. Dizlerini büküp otururlar, ebe elinde bir havlu ve benzer bir cisimle ayakta durur. Oturanlar ellerini de dizlerinin altına saklar, ellerine aldıkları bir cismi ebe görmeden birbirlerine vermeye çalışırlar, ebe elinde bir havlu ile o cismin kimde olduğunu bulmaya çalışır, eğer kimde olduğunu görürse havlu ile o kimseye vurarak cezalandırır ve o kişi ebe olur. Bu oyunda iddia ve bahis yoktur. Kadınlar da bazen aralarında yüzük oyununu da oynayarak yenilen tarafa gözleme yaptırıp, yumurta pişirtip yenirdi.

*: Emekli Sınıf Öğretmeni

KAYNAK KİŞİLER:

1) Hüsnü Aydın, 1930 Kaynarca doğumlu, Kaynarca’nın ilk belediye başkanı, tüccar, evli üç çocuk babası, lise mezunu, halen Kaynarca’da ikamet ediyor.

2) Niyazi Solmaz, 1944 Kaynarca Kabaklar köyü doğumlu, evli üç çocuk babası, emekli sınıf öğretmeni, halen Kaynarca’da ikamet ediyor.

3) Arif Tuna, 1941 Kaynarca Okçular köyü doğumlu, evli iki çocuk babası, çiftçi, halen Okçular köyünde ikamet ediyor.

4) Faize Usta, 1937 Kaynarca Mehter köyü doğumlu, evli dört çocuk annesi, halen Mehter köyünde ikamet ediyor.

5) Rafiye Tuna, 1940 Kaynarca Mehter köyü doğumlu,evli iki çocuk annesi, halen Okçular köyünde ikamet ediyor.

6) Şerifnaz Memiş, 1339 (1923) Kaynarca Sarıbeyli Köyü doğumlu, evli üç çocuk annesi, çiftçi, halen Kaynarca Sarıbeyli Köyü’nde ikamet ediyor.

7) Muzaffer Memiş, 1949 Kaynarca Okçular köyü doğumlu, evli iki çocuk annesi, ev hanımı, halen Kaynarca’da ikamet ediyor.

8) Mustafa Erdoğan,1963 Kaynarca Hamzalar köyü doğumlu, sınıf öğretmeni, evli üç çocuk babası, halen Adapazarı Beşköprü mahallesinde oturmaktadır.

9) Fahri Tuna, 1959 Kaynarca Okçular köyü doğumlu, Adap. Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire başkanı, evli iki çocuk babası, halen Adapazarı Beşköprü mahallesinde oturmaktadır.

10) Nadir Gürel, 1956 Kaynarca Sıraköy doğumlu.Üniversite mezunu. Emekli Din Bilgisi öğretmeni. Evli üç çocuk babası, halen Adapazarı Serdivan beldesinde ikamet etmektedir.

www.kaynarca.info/Kaynarca_Yoresel_Oyunlar.html

DERSİM’DE ÇOCUK OYUNLARI

Haziran 13, 2008

Her yörenin sayisiz oyunlari vardir. Benim yasadigim yörede asagidaki oyunlari oynardim/oynardik.
Varvare, Simsime, Koçmek, Hero Borbor, Serte, Gigo, Koreke, Karnakuçike, Mese, Kemereke, Alti Kare, Çelik çubuk, Kör ebe, Bak postaci geliyor, Dame, Ip atlama, Bilye, Gigo, Kintolike, Cancolike v.b sayisiz oyunlarmiz vardi.
VARVARE: Özellikle dügünlerde oynuyorlardi. Kadinlar ve kizlar oynamazdi. Bu oyunu erkekler oynardi. Bes kisiden fazla pespese dizilirlerdi. Ne kadar fazla kisi olursa o kadar oyunun zefki artardi. Herkesin elinde siriklar vardi. En önde duran oyunun aktörüydü. Elinde uzunca sirik vardi. Saga ve sola dogru sopayi sallardi. Bazen kafasini üstünden geriye dogru uzatirdi. Kime denk gelirse. Eger elindeki sopa ile kendini korumazsan sakatlanma ihtimali çoktu.
SIMSIME: Varvare gibi zefkli bir oyundu. Yine dügünlerde oynuyorlardi. Kadin, kiz, erkekler yuvarlak daire çizerlerdi. Biri ortada yerini alirdi. Kollarini sallardi. Oyun halinde ayaginin birini indirir, ötekini kaldirirdi. Dönmeye baslardi. Çemberde duran biri, oyuna müdahale ederdi. Onu çemberin disina itekler, kendisi onun yerine geçerdi. Bir baskasi ona, oyun devam ederdi.
KOÇMEK (Topaç oyunu) Çocuklarin oyunuydu. Her çocugun elinde topaç vardi. Kisin buzlu yerlerde oynarlardi. Bir elinde topaç, diger elinde bir-birbuçuk metre uzunlugunda ip bulunurdu. Ipi topaç’a sararlardi. Var gücü ile yerde dönen topaç’a vurmaya çalisiyorlardi. Marifet yerde dönen topaçi kirmakti/vurmakti.
HERO BORBOR: (Uzun Esek) Gençlerin oyunuydu. Biri sirtini duvara veya agaca dayardi. Üç, bes, alti kisi egilirdi. Öndekinin kafasi, sirtini duvara dayiyan kisinin baçaklari arasina gömülüydü. Marifet, arkada atliyan kisi en öndekinin sirtina binmekti. Veya üç siçrayista en öndekinin sirtina binmesi. Herkesin sirtinda bir kisi bindimi, sirtini duvara dayiyan kisi saymaya baslardi. Sayi bitmeden egilenler, dayanmayip çökerlerse oyun bozulurdu. Onun yerine bir baskasi geçerdi.
SERTE: (Çaput oyunu) Kisin, aile fertleri arasi veya baskasi ile oynanan oyundur. Sicak sobanin etrafinda veya ocak ta yanan atesin önünde aile fertleri otururlardi. Çaput ve çoraplari önüne dizerlerdi. Oyunun basini çeken kisinin avucunda bir küçük cisim sakliydi. O cismi her kesin gözleri önünde saklamaya çalisir. Saklayinca, tahmin veya bilerek ‘‘bu çorabin altindadir’’derdi. Bos çikarsa oyuna devam ederlerdi. Dolu çikarsa bas rölü, cismi bulan kisi alirdi. Oyun devam ederdi.
GIGO: Iki daha fazla kisiler ile oynanilir. Dokuz sal/tas üst üste konulurdu. Bir digerinin elinde çaput ve keçe’den yapilmis top ile nisan alinarak uzaktan üst üste konulan sallara hedef alinirdi. Top hedefine ulasir sallar yikilirsa, sallari bakliyen kisi topu yakalar rakibine vurmaya çalisirdi. Top kisiye degerse o yanardi. Öteki arkadaslari ile yer degisirlerdi.
KARNAQUÇIKE: Mese agacinda yapilirdi. Agaç üç-dört metre uzunlugundaydi. Kabugu soyduktan sonra güneste kuruturlardi. Tam ortada yumurta büyüklügünde bir yuva yaparlardi. Bir metre yüksekliginde ucu sivri agaç kazik yere çakiyorlardi. Yumurta büyüklügündeki yuva, ucu sivri kaziga oturtulurdu. Agacin iki yanina birer kisi otururdu. Birinin ayaklari yere degerken, öteki yükselirdi. Daire seklini çizerek döner dururlardi.
MESE: (Ari oyunu) Üç kisi yan yana duruyordu. Ortada duran kisi elleri ile sagdan ve soldan gelen samarlara karsi kendisini korumaya çalisirdi. Yandakiler sol eli ile sol burun deligini parmagi ile kapatirlardi. Sag eli ile de sürekli sag burun deligini döverlerdi. Dudaklarinin arasinda Viiizzzz diye bir ses çikarirlardi. Firsat kolliyarak ortada duran kisinin suratina samar atarlardi. O da kendisini bu samarlardan korumaya çalisirdi. Üçü de sürekli yer degisirlerdi.
KOREKE OYUNU: (Kör aldi geldi) Yer sabitti. Kisi gözlerini kapatirdi. 50-100’e kadar sayi sayardi. Bir kisi onu beklerdi. Digerleri saklanirdi. Aksama dogru karanlikta oynanirsa oyun zefkli olur. Gözleri kapali olan kisi, saklananlari aramaya baslardi. Yanindaki gözlemci onu takip ederdi. Takip sirasinda bagirarak, ötekiler duyacak sekilde ‘‘Geldi, geldi, geldi… kor aldi geldi.’’ derdi. Saklanan kisi ansizin ortaya çikardi. Aranan ariyani yakalamadan yuvasina dönerse kurtulurdu. Yakalanirsa yanardi. Yakalanan onun yerine geçerdi. (Bes-on-bes oyunu gibi bir oyundur.)
Birimci bölüm resimleri ile yayinlandi. Devam edecek.
KEMEREKE: (Bes tas) Iki-üç kisi arasinda oynanan oyundu. Bes tas yere atilir. Tek tek, ikili, üçlü, dörtlü, köprü, tek parmak, el üstü v.s oyun devam eder. Taslari düsüren yanardi. Öteki oyunu alirdi.
ALTI KARE: Damlarin üstünde, Harmanda yere alti kare yan yana çizilir. Iki kisilik oyundu. Oyuncunun elinde küçük sal/yassi tas, Sali ilk kareye koyardi. Bir ayak havada, diger ayakla sali bir sonraki kareye sürüklemeye çalisirdi. Ilk kareden son kareye kadar, sal çizginin üstüne gelmiyecek sekilde oynardi. Gözlerini kapatarak çizgilere basmiyacak sekilde oyunu bitirirdi. Sonra arkasini karelere döner, elindeki Sali kafasinin üstünde atarak bir kareyi isgal etmeye çalisirdi. Bütün kareleri isgal ederse basarili oyun sergilemis olurdu.
ÇELIK ÇUBUK: Oyuncularin elinde birer çubuk vardi. Her birisi bir kösede beklerdi. Birisinin elinde iki karis uzunlugunda agaç parçasina vurarak, öteki arkadasina gönderirdi. Öteki ona, digeri ona oyun devam ederdi. Marifet, kisiden kisiye havada uçan parçayi yere düsürmemektir. Çok ama çok tehlikeli oyundu. Çubuk göze batarsa kör olurdu.
ÇUYE BINE HARD: (Yer alti çubugu) Üç-bes kisilik oyundu. Her kesin elinde bir sopa. Birisi sopasini yere koyar ve yaninda beklerdi. Ötekiler sirasi ile yerdeki sopaya uzaktan hedef alarak, onu koyduklari karenin içinden çikarmaya çalisirlardi. Sopa kare den çikarsa, bekçilik yapan kisi sopayi tekrar yerine koymaya çalisirdi. Oyun sirasi ile devam ederdi.
KÖR EBE: Birden fazla kisiler, daire seklini alirlardi. Biri orta yere geçer. Oyunu alan kisinin gözleri kara bir yazma ile kapatirlardi. Yandakiler, gözleri kapali olan kisiye dokunurlardi. ‘‘Kim o?’’ derdi. Gözleri kapali olan, dokunanin adini dogru söylerse, adi söylenen orta yere geçer oyun devam ederdi.
BAK POSTACI GELIYOR: Daire çizerek her kes yerine otururdu. Biri ayakta ve elinde mendil vardi. Oturanlarin etrafinda dönüp dururdu. Gizliden mendili, birisinin arkasina birakirdi. Arkasinda mendili bulun kisi, mendili alir oyuna devam ederdi.
DAME: (Dama) Iki veya daha fazla kisi olabilir. 40-50 cm uzunlugunda ince bir ip’le parmaklara dolandirilarak çesitli sekiller verirdi. Örnegin: Kare, üçgen, dikdörtken, Daire, Alt ve üst hatlar v.s.
IP ATLAMA: Üç kisi ile oynanilir. Iki- üç metre uzunlugunda uzunca ip. Iki kisi ipi sallamaya baslardi. Biri de ortada ip’ten kendini korumak sarti ile ziplayip dururdu. Kendisini korumadigi taktirde yanar, onun yerine bir baskasi geçerdi.
BILYE: Iki veya daha fazla çocuk olabilir. Her kesin elinde bir kaç tane camli bilye vardi. Bilye yoksa kozalak olabilir veya yovarlak olan ne varsa onunla oyun devam ederdi. Bir kaç metre uzaklikta küçük bir çukur açarlardi. Hedef o çukura bilyenin girmesidir. Üç seferde ana bilye çukura girmesse sira öteki oyuncuya gelirdi.
GINTULIKE: (Takla atma) Yumusak toprak, çayir, çimen, Saman ve ot üstünde bir kaç kisi yan yana dizilirdi. Kafalar yere dogru egilir ani bir hareketle kafa bacaklar arasina gömülür ve ters takla üst üste atilarak oynanilirdi.
GIGO: (Üç tas) Kisiler iki guruba ayrilirdi. Yirmibes-otuz cm uzunlugunda iki yana sal/tas dikilirdi. Ellerindeki taslarla sallara nisan alirlardi. Sallar düserse ne ala, düsmezse oyuna devan ederlerdi.
CẬNCOLIKÉ: (Salancak) Karsilikli iki kisilik salincaklari asiyorlardi. Veya tek kisilik salincak’ta olur. Örken’i agacin bir dalina bagliyorlardi. Altina minder veya kalinca bir çaput konulurdu. Üstüne bir kisi otururdu. Bir diger kisi, dala asili arkadasini sallardi. Bu köy usulü salincaktir. Birde sehir usulü salincak olur’ki, o daha moderndi. Yere çakili demire asili iki zincir monte edilmis oturakli tahta vardi. Biri salincaga oturur, öteki onu sallardi.
LUGE: Bütün toprak evlerin üstünde luge vardir. Damla akmasin diye saga sola, asagi yukari yagmurlu havalarda evlerin üstünü darlug denilen X seklindeki agaçlari lugun iki yanindaki deliklere geçirerek evin üstünü luglarlardi. Bu silindir seklindeki tasi dikine koyardik. Biri lug’un üstündeki delige parmaklarini sokardi. Diger arkadaslari elini luga degdirmeye çalisirlardi. Lugu koruyan çocuk digerlerinin dokunmasina müsade etmiyordu. Dokunurlarsa oyun biterdi. Bir digeri oyuna girerdi.

Hidir Dulkadir-Duisburg-Dersim Post
www.dersimgemeinde.com/koeseyazilari/00000099bd1433b84/00000099bd146baad.html

OYUN VE EĞLENCELERİMİZ

Haziran 13, 2008

1- PAÇİSİ :
Denebilir ki paçisi tamamen köyümüze mahsus bir oyun. Aliriza’nın kapısında, büyük taşın üstünde, dört oyuncu yanında dört seyirci, dört taş ve iki zar. Bu karton üzerinde adam taşımaca oyununa almanca adına bakılarak “paçisi” deniyordu. Oyun bazen oyuncuların tüm gününü alır.

2- ÇOT OYNAMAK :
Köyün en meşhur oyunların biri de çot’tur. Öncelikle her oyuncu iyilerinden bir odun parçası seçer. Ortaya irice bir taş konur. Taşa yaslanmış olan ebenin odunudur (çot) . oyuncular sırayla atar çotlarını, ebenin taştaki çotunu devirmeye çalışırlar. Sonra herkes kendi çotunun başına geçmek durumundadır, ebeye yakalanmadan. Hızlı hareket edip taşta çotu devirebilir, uzağa fırlatabilir. Ebe koşup yeniden çotunu taşa kurmak zorundadır. Oyuncu elinde çotuyla yakalanırsa, ebelik sırası ona geçer. Genellikle harmanlarda oynanır.
Bu oyun anlatılmaz aslında oynamak, yaşamak lazım. Sahi köyün en iyi çot oynayanı kimdi?

3- ELLİ KUKU :
Saklanbaçın bir çeşididir aslında. Daha uzun sürelisi ve iddialısı. Sahası daha geniş. Ebe gözlerini kapayarak elliye kadar saydığı için “elli kuku” denmiş. Geçmişte küçük-büyük demeden oldukça kalabalık gurup halinde oynanırdı. Tabi, Balabek hocaya yakalanmamak şartıyla.

4- BİLA OYNAMAK :
Oyuna mahsus olarak kısa sopalar (deynek)hazırlanır. Yine ağaç dalından oyunun asıl malzemesi olarak kalem boyunda parçalar hazırlanır (bila). Her oyunda olduğu gibi önce ebe belirlenir. Tıpkı beyzbolda olduğu gibi, atılan bilaya vurulur. En kısa mesafeye düşüren ebedir. Ebeliğin böyle zahmetli olduğu başka bir oyun var mıdır acaba? Ebe daire halinde dizilmiş oyunculara sırayla “bila” atar. Maksat en uzağa fırlatmak, ebeyi yormaktır. Ebe havada bilaya dokunabilirse, ebelikten kurtulur. Bu ve benzeri oyunlar genelde açık arazi oyunlarıdır. Çobanlık vs yaparken eğlenceli vakit geçirmek içindir. Oyun malzemelerinin temini kolaydır.

5- YUZUK KİMDA? :
Daha çok kış gecelerinde oynanan kapalı mekan oyunu. Sopaya dayanıklılık esas. Sonuç, eğlence. Oyuncu elindeki yüzüğü herkesin elinde dolaştırır. Birinin eline bırakır. Yüzüğün kimde olduğunu onun dışında kimse bilmez. Oyuncu istediğinden başlar. Elindeki kayışı şak! diye vurur. Yüzük kimde, diye sorar. O kimin adını verirse kayış onun elinde patlar. Ta ki yüzüğü taşıyan, bende! diyene kadar devam eder. Adını kim verdiğse, kayışı o alır ve oyun kaldığı yerden devam eder.

6- BİÇAH OYUNU :
Beceri oyunudur. Bıçağın elde farklı pozisyonlarda atılması ve yere saplanması şeklinde oynanır. Daha önceden belli olan her şekilde bıçağı yere saplatmayı başaran oyunu kazanır. Yenilen, yere çakılan çubuğu dişiyle çıkarmak zorunda kalır. Açık havada, bıçağın saplanmasına müsait zeminde oynanır. Bıçak zaten herkesin cebinde vardır.

7- DUZ OYUNU :
9 Taş olarak da bilinir. Zeka oyunudur. Malzemesi, bir kağıt(veya tahta parçasına çizimi yapılmış) ve fasülye taneleri. Amaç, adım adım ilerletilen fasülye tanelerini üç noktaya getirip “düz” yapmak. Düz yapan, rakip oyuncunun istediği bir taşını alır. Şimdi internet sayfalarında rasladığımız bu oyun, fasülyelerle ne kadar da zevkliydi.

8- BEŞTAŞ :
Güzel bir beceri oyunu. Bildiğimiz beş taş.

9- TAŞ OYNAMA :
Üst üste dizilmiş yassı taşlarla oynanır. Yine her oyuncuda bir taş vardır. Amaç ebenin taşlarını devirmek. Malzemesi her yerde bulunan bir açık hava oyunu.

10- İSTOP :
Özellikle küçük çocukların tercih ettiği bir oyundur. Oyuncu topu havaya fırlattıktan sonra bir arkadaşının adını bağırır. Adı söylenen, top yere düşmeden onu yakalamak zorundadır. Yakalayabilirse, o da topu atar ve başkasının adını söyler.

11- DOKUZ AYLUH :
Bir futbol takımı kurulamadığı zamanlarda “dokuz ayluh” oynanır. Her oyuncu küçük bir kale yapar kendine. Dokuz gol yiyen oyundan çıkar, maçın bitmesini ve galibi bekler.

12- 5 DA DEVRE 10 DA BİTAR :
Yaz günlerinde ikindi sorası yapılan futbol maçlarıdır. Süre sınırı yoktur. Heyecanlı ve kıran kırana bir oyundur. Yenilen pehlivan güreşle doymaz ve oyun her defasında uzar.

13- MİSKET OYUNU :
Yine toprak mekanlarda oynanan misket oyunudur. Amaç rakiplerin misketlerini yutmak.

14- YAHAN TOP :
Anlatmaya ne hacet. Bildiğimiz yakan top. Ama daha eğlenceli daha renklisi…

15- İSİM-ŞEHİR :

Bildiğimiz isim-şehir oyunu. T den isim : Temur. T den yer : Turmanet. T den hayvan : Tatarzena.

16- LAKANTKA :
Lakantka, farklı boylarda yapılan sapandır. En iyi sapan, taşı en uzağa tandır. Şimdilerin hazır sapanları, lakantkanın yanında oyuncak kalır.

17- SİKA-HIZEK :
Kış mevsiminin kar eğlenceleri. Sika, tek ayaklı kızaktır. F1 yarışları kadar iddialı ve meşhurdur. Eski yılların Şalikoğlu Sinan gibi unutulmayan şampiyonları vardır. Hızek ise iki ayaklı ve bir çok kişinin binebildiği kızaktır. Genelde devrilip, üzerindekileri etrafa savurmasıyla ünlüdür.

18- KARTOPİ :
Yine kış eğlencelerinden biri kartopu oynamaktır. Guruplar arası çok şiddetli mücadele halinde oynanır. Elbette centilmence.

19- KAR’A ATLAMA :
Genellikle samanlığın (merek) üstünden en uzağa atlama oyunudur. (eğer denerseniz, kara düşünce hemen geri sıçramayı unutmayın. Sonra ayaklarınızı kardan çıkaramazsınız. Ya da ayakkabıları orada bırakırsınız)

20- KARA BASMA :
Seçilen ebenin kara gömülmesi oyunudur.

21- BİLYALİ ARABA :
Bilyeli arabaya binmek, yaz günlerinin en büyük eğlencesidir . bilyesi olmayan tahta tekerlekli olanına biner. Üç tekerlekten oluşur, kendine mahsus bir direksiyonu vardır. Ayaklar yerine yerleşir ve yarış başlar. Fireni yoktur. Tüm zamanların en hızlısı, Dursunoğlu Hecaret’tir.

22- KANSURAYA BİNMEK :
Çobanlık zamanlarının vazgeçilmez oyunudur. Uygun bir ağaç seçilir. Biraz daha eğilmesi sağlanarak üzerine binilir. “hoppa” sesiyle sallanılır. Kansura’nın en güzel tarafı, herkesin aynı anda yere düşebilme ihtimalidir.

23- SU SAVAŞI :
Teleharşi otundan yapılan bir nevi şırınga ile, arkadaşını ıslatma oyunudur.

24- TUTULA YAPMACA :
Bildiğimiz Gül dalından (tikan) yapılır. Kendine has güzel bir sesi vardır. Kavak gibi çalınır. Açık arazide faydalı bir eğlencedir.

25- ÇOCUK KAÇIRMA :
Genelde düğünlerde oynanır. Oyunbaşının elinde kemer vardır. Düdüğü çalınca tüm oyuncular yakaladığı en hafif çocuğu sırtına alır. Sırtına çocuk alamayan, kayışı sırtında hisseder.

26- KARARTMA :
Odanın ışığı aniden söndürülür. Önceden göze kestirilen zavallı, yakalanmaya çalışılır. İyi saklanabilirse, onun yerine başkası dayağı yer. Genelde ağabeylerin, aralarındaki küçükleri uzaklaştırmak için denedikleri oyundur.

27- SUYA BASMA :
Oyundan ziyade cezadır. Vadinde durmayan, suya basılmaya razı olur. Kendini “kurun”un içinde bulur. Ceza verenlere ziyafet çekerek de kuruna basılmaktan kurtulunabilir.

28- TALAN :
Meyve mevsimlerinin masum ‘hırsızlık oyunudur’. Bazen oyunu kaybedenler ceza olarak talana gider. Bazen de gurup halinde gidilir. Mısır, nohut, erik, armut en çok tercih edilen talan meyveleridir.

29- HARFANA :
Köy gençleri bir deve yapar, kadın kılığına giren bir genç bu devenin pinden tutarak ev ev dolaşıp kaymak, yağ, un toplar. Bu sırada maniler söylenir, oyunlar oynanır. Toplanan erzaklarla Kuymak, Pişi pişirtilip yenilirdi. Birnevi gençlere ziyafet verilmiş olurdu. Oldukça eğlencelidir. Paylaşmayı öğretmesi açısından oldukça faydalı bir faaliyettir.

30- HARFANA ÇALMAK :
Harfana yapmak kadar, harfana çalmak da eğlencelidir. Belki eğlencenin bir parçasıdır. Özellikle kızların yaptığı harfanalarda, erkekler mutlaka yapılan yemekleri çalmak isterler.

31- SUYA GİTME :
Bu da bir çeşit harfanadır. Evde değil, açık havada su başında yapılır. Oyunlar oynanır, yemekler yenir. Gün boyu sürer.

32- GECE OTURMALARI :
Geceleri köyün toplanma yerinde veya kırlarda bir araya gelinir. Gecenin ebeleri mevsim meyvesine talana gider. Bazen mısır közlenir, bazen nohut yenir. Yıldızların altında eğlenceli sohbetler yapılır.

33- EGLANCA :
Sırayla birinin evinde toplanılır. Sohbetler, muhabbetler yapılır. Şarkılar söylenir, oyunlar oynanır. Yemekler yenir, çaylar içilir. Geceyarılarına, bazen sabahlara dek sürer. Herkes maharetini gösterir. Birlik ve beraberliğin, dostluğun, sevginin tohumları buralarda atılır.

34- HEDİK BİNMEK:
Kırç tutmadığı zamanlarda hedikler kullanılırmış. Ayaklara takılan bir tür ayakkabıdır. Geniştir ve karda batmamayı sağlar.

35- KASSO BİNMEK:
Şeytan bacaklar da (uzun bacaklar)denir. Çok eski bir eğlence olduğu biliniyor. Uzun ağaçlardan yapılan bu aletlerle gezmek özel beceri ister. En iyi kassolar köknardan yapılırmış. Şimdi bazı eğlencelerde, festivallerde raslıyoruz.

36- KUYKUY:
Beş adet kuyu, sekiz adet taşla oynanır.

37- HAZ OYUNU:
Tek ayakla taş ittirmece…

38 - HUDİKAKA:
Gizlenme oyunu. Eskilerin ellikuku’su

39-LIĞLAR:
Bu da başka bir taş oyunu. Taş devirmece…

40- YILBAŞI:
31 aralık gecesi gençler bir etlik “dana, koyun, keçi” keser, açık havada şişle birlikte yeni yılı afiyetle güle oynaya karşılardı.

www.cuvarep.com/kilitli%2520ambar/oyun%2520eglence.htm

Taş

Haziran 13, 2008

Çocukluğumuzda taşla oynardık biz, taş sektirmece, taş kaydırmaca, taş yağdırmaca, dokuz taş, beş taş… Rüzgârlı bir geceydi, yıldızlara doğru uçuyordu karanlık, birden her şeyin üstü açılacaktı sanki, hava gündüze dönecekmiş gibi bulutlara ay ışığı doluyor, ağaçlardan, ağaç gölgeleri kopup savruluyordu, ötelerden kardeşimin fısıltısı esip çalındı kulağıma, “Hişşşşt, duydun mu, ninem alıyor taşlarımızı…” Dilimizin altında taşla dalardık uykuya, cebimize taş doldurur, ağzımızda taş çevirirdik, şekerimiz taştı bizim, siyah cıngıl taş. Uyandığımızda taşlarımız cebimizden alınmış olurdu, sapanımızın lastiğine takacak taş bulamaz, taş aramaya giderdik, her sabah daha da uzağa giderdik. Köpekler, kurbağalar susmuş, baykuşlar inliyor karanlıkta… O eski gecelerden savrulmuş gibi, açık penceremden içeri bir çekirge atladı, zıplayıp yapıştı duvara, “Hüüüüüp cıks!.. Cıks!..” Havayı lastik gibi çekip bırakıyor, her yere birden sıçrıyor sesi… Çekirgeler kurbağa bakışlıdır, atlayıp sıçrayan fosforlu, sedefli hayvanların tümü kurbağa bakışlıdır, kurbağa duruşlu, kurbağa dinleyişli, kurbağa bekleyişli… Çocukluğumuzda kardeşim fark etmişti bunu; gözlerinden her şeyin kalbine giren neşeli ışıklar saçılırdı, ben onun gördüğü gibi görüp söyleyemezdim hiçbir şeyi, “Bunlar öyle ötüyor ya, sesleriyle kendilerini sakladıklarını sanıyorlar.” Kurbağalar hep bir anlık gecikmeyle zıplar suya, sesleri her yerden birden duyulur, çekirgeler de öyle gecikmeli sıçrar, biz insanlar da ileri atılacak olduğumuzda kurbağa bakışlı oluruz, koşuya kalkmak için duruş aldığımızda. Dağlardan taş yuvarlayıp indiren derenin yatağından yukarı, suyun kaynağına doğru tırmanışa geçer, dümdüz ışıyan siyah kayalıklarda yeşeren kabuğu beyaz ağaçların gölgesinde topladığımız taşları sayardık; bir beyaz, otuz üç siyah taş… Bir beyaz, otuz üç siyah… Sapanla, taşla, çakıyla kalmıştık dünyada, gözümüzü kandırıp oyuncaklarımızı göğe fırlatmışlardı bizim, taş değiştir, taş dik, taşı uzağa atmaca, getirip vurdurmaca… Siyah kayalıklardan yüksekte delikli kayalar varmış, eskiden bir köyün insanıymış onlar, taş kesmişler, ninem, oralara kadar çıkmamamız için tembihlerdi bizi, konuşurmuş o kayalar, seçip ayırdığımız taşları cebimize doldurup yuvarlanır koşardık aşağı, düze indiğimizde dereye girip suyun içinden yürümeye başlar, suya eğilmiş patlangaç ağaçlarına asılıp dal keser, düdük yapardık kendimize, yaz böceklerinden daha da yankılıydı ötüşümüz, bütün gün arasalar bulamazlardı bizi, düdüklerimizin sesi aynı anda her yerden birden duyulurdu. Yıllar önce kardeşime bir söz bulmuştum, arabasının arkasına yazması için, “Oyuncağımı taştan oyun.” “Unutamıyorsun değil mi?” demişti, “Ben sana dünyanın bütün oyuncaklarını alırım, üzülüyor musun yoksa, taşla oynadıysak, avantajını da yaşadık bunun, apartmanlarına sürüyorduk bebeleri, çakıyorduk taşı.” Ninem bir masal anlatırdı bize, karnı yıldız dolu adamı görmek için pencereye atılıp gece göğüne bakardık. Yıldız Adam, yatıp saklandığı yerden gün boyu yaşadıklarımızı seyreder, karanlık koyulaşınca doğrulup ayağa dikilirmiş. Kardeşimle aramızda oyuna dönüşmüş bir sorusu vardı masalın, Yıldız Adam’ı kim önce görüp nineme gösterirse, o soruyu sorma hakkı doğardı ona, “Ömründen bir gün alıp başkasına verecekler, kime gitsin istersin? Niyesini söyle…” Ben hep “Anneme gitsin,” derdim, bir günümü olsun nineme bağışlamak aklımdan geçmezdi. Şimdi ne zaman başımı göğe kaldırsam, yüreğim pişmanlıkla sızlıyor, solgun sesli ninem, hayatının günlerini tüketmiş, yaşamak için bizden birkaç gün istiyordu belki de sonra öğrenmiştik bunu, taşlarımızı annem alıyormuş cebimizden. Sabahları evden çıkarken bastonuyla önümüzü çevirirdi ninem, güneşi gösterip “İçinde yıldızlar var, aynısının başkasıdır her şey,” derdi. Hayatın sonsuzluğunu hissettiren güzel sözler bıraktı bize, “Zamanın içinde zaman gölleri var, gündüzünü bilirim evimin, gecesini bilmem kimlerin… Kışımda yazım uğuldar.” Kalbimiz yanılmasın diye, kardeşimle bana bir masal ölçüsü armağan etmiş. Çekirge, ötüşüyle kendini sakladığını sanıyordu işte, yapıştığı duvardan söküp karanlığa savurabilirdim onu, taş ıslığımla gizli tutamaçlarını çözüp baykuşlara fırlatabilirdim, kabuklu yaz böcekleri oyuncağımızdı bizim, bıraktım ötsün duvarımda, bizim onları gördüğümüz gibi bizi de gören gözler var. Ağaçlar, çocukluğumda nasıl hışırdıyorsa yine öyle hışırdıyordu, Yıldız Adam, göğün derinliklerinde ayağa kalkmış, yine öyle ışıyordu ağzından, karnından, tek bir düğmesi düşmemiş. Kardeşimin fısıltısıyla karanlığa çevirdim yüzümü, sonsuz mutlu bakışması varlıkların, bizi gören gözlerden ve bizim gördüklerimizin gözlerinden süzülen bakışların, bakışımızla kesiştiği anlar oluyor, o anlarda hayat bağışlanıyor bize… Masalın sorusuyla gözlerimi kapayıp birkaç hafta geriye doğru, gülüp konuştuğum insanları düşündüm, çekirge ötüşüyle ömrümü uzatmıştı. “Yarısı Abdullah’a, yarısı Hacer’e kardeşim…” Abdullah su taşıyor evlere, Hacer, lokantalara yaprak sarıyor, nane kurutup satıyor, pazar filesi örüyor. Aynı gün içinde bana hayatlarını anlattılar, ikisinin de dilinde çocukluğumuzun beyaz ağacı, siyah kayalıklarımız, annem taşlarımızı onlara vermiş sanki…

http://www.webturkiyeportal.com/webforum/152910-beyaz-agac.html

TÜRK DÜNYASI’NDA OYUN ADLARI

Haziran 13, 2008

KIRGIZİSTAN

Estep kalma oyunu

  • Oyunun maksadı: Benzer olan suretleri en az basma ile bulmak.

Sayı dizme oyunu Oyunun maksadı: Sayıları sırasıyla dizmektir

Toguz Korgool : Togiz Kumalak, Toguz Korgool, Dokuz Tas diye adlandirilan Turk zeka ve strateji oyunudur. Tahtadan yapılmış ve üzerinde çukurlar (evler) bulunan bir oyun tahtasıdır. Toplam ev sayısı 18′dir. Her oyuncu için karşılıklı 9′ar tane taş konur. Maksat; evlerde bulunan taşları korumakır. Taşlara “korgool” adı verilir. Bu taşlar dışında her oyuncu için farklı renklerde birer taş daha bulunur. Bu taşlar daha sonra evleri kazanmak için kullanılır. Oyunun maksadı; en fazla taşı kazanabilmektir. her oyuncu kendi evinden bir taş alıp o evden itibaren sağ tarafa doğru ilerler. Konan son taş (korgool) rakibin evlerinden birine girerse ve o evde çift sayıda korgool varsa, o evdeki korgoollar oyuncu lehine puan olarak yazılır. Oyun sonundad en çok korgool kazanan, puan toplayan kişi oyunu kazanmış olur.

Hatırlatma: Yukarıdaki oyunları oynamak için Kırgızistan Alfabesini bilmeniz faydalı olur. KIRGIZİSTAN ALFABESİ

AZERBAYCAN

Azerbaycan Alfabesini ve Azerbaycan Türkçe’si için:

Azerbaycan Alfabesi

Türkcə Azərbaycan Türkçesi lüğət

  • ÖZBEKİSTAN

    1. Dama Oyunu ve kuralları hk. Site: http://www.shashkaga.edunet.uz

    TÜRK DÜNYASI’NDA OYUN ADLARI

    Aşık Oyunu: Türkiye’de Aşık, Azerbaycan’da Aşığ, Kazakistan’da Asık, Kırgızistan’da Aşık, Çükö, Özbekistan’da Aşık, Türkmenistan’da Aşık.

    Tutmalı Çelik: Türkiye’de Tutmalı Çelik, Kırgızistan’da Çikit, Al, KKTC’de Çıkkıldak, Marra, Kızberiş, Terletiş, Türkmenistan’da Toyak.

    Atçılık Oyunu: Türkiye’de Atçılık Oyunu, KKTC’de Atcıg, Özbekistan’da At at.

    Birdirbir Oyunu: Türkiye’de Birdirbir, Azerbaycan’da Hostana, Eşşek beli, KKTC’de Birdirbir.

    Çatal matal kaç çatal : Türkiye’de Çatal matal kaç çatal, Duvar Zıkkası, Uzun eşek, Kırgızistan’da Eşek sekirmey, Türkmenistan’da Eşek eşek.

    İp Atlama: Türkiye’de İp atlama, Kırgızistan’da Sekurgaç, Özbekistan’da Arkan Oyunu.

    Sekmen : Türkiye’de Sekmen, Sekleme, KKTC’de Bir ayag.

    Çizgi Oyunu: Türkiye’de Çizgi, Çiziktaş.

    Bop: Türkiye’de Bop, Bız Bum, KKTC’de Sayı Oyunu.

    Kar yağmur: Türkiye’de Kar yağmur, Rüzgar Boynuzlar Havaya, Kazakistan’da Uştu uştu.

    Sessiz Telefon: Türkiye’de Sessiz Telefon, Kazakistan’da Sımsız Telefon, Kırgızistan’da Buzulgan Telefon.

    Kim Vurdu: Türkiye’de Kim Vurdu, Azerbaycan’da Kim vurdu, Kazakistan’da Kim urdu, KKTC’de Kim vurdu, Özbekistan’da Kim urdu, Türkmenistan’da Kim urdu.

    Körebe: Türkiye’de Körebe, Vırrık, Ebe Ebelebel, Körlebbek, Kırgızistan’da Kim zkenin tap, Köz tanmay, KKTC’de Körebe, Türkmenistan’da Göz dangdı, Kazakistan’da Sokurteke.

    Kulak kopartmaca: Türkiye’de Kulak kopartmaca, Kırgızistan’da Kulakka Çapmay.

    Sandıkbaşı: Türkiye’de Sandıkbaşı, Kırgızistan’da Şıngır mıngır toz.

    Çiğdem Pilavı: Türkiye’de Çiğdem Pilavı, Hatapıya, Özbekistan’da Bayçiçek.

    Yağmur Gelini: Türkiye’de Yağmur Gelini, Gode-gode, Bodi-bostan, Yağmurcuk, Kepçe Gelin, Özbekistan’da Sushatun.

    Bebek: Türkiye’de Bebek, Özbekistan’da Kavurşak, Türkmenistan’da Gurçakgaş.

    Arabistan buğdayları: Türkiye’de Arabistan buğdayları, KKTC’de Arabistan buğdayları.

    Aliden, Aliden: Türkiye’de Aliden Aliden, Hey alaylar alaylar, Alaylım-pulaylım, KKTC’de Alaydan Malaydan.

    Bezirganbaşı: Türkiye’de Bezirganbaşı, KKTC’de Bezirganbaşı, Kapucubaşı.

    Mendilim Dört Köşe: Türkiye’de Mendilim Dört Köşe, Mermer menevşe, Mor menekşe, Azerbaycan’da Menevşe, Kazakistan’da Kim kerek, Kırgızistan’da Ek terek gök terek, Özbekistan’da Ak terek gök terek, Türkmenistan’da Ay terek gün terek.

    Mendil kapmaca: Türkiye’de Mendil kapmaca, KKTC’de Değnekli mendil, Türkmenistan’da Yağlık aldı.

    En Men tra: Türkiye’de En men tra, Bir iki üç zum, KKTC’de Ender tuna.

    Tavşan kaç tazı tut: Türkiye’de Tavşan kaç tazı tut, Kurt kuzu, Kazakistan’da Aykulak, KKTC’de Tavşanınan tilki, Özbekistan’da Pisik sıçan Moşik sıçkan, Türkmenistan’da Pisik sıçan.

    Çuval Yarışı: Türkiye’de Çuval yarışı, KKTC’De Torba Oyunu, Türkmenistan’da Holtada Bökmek.

    Sobe-Saklanbaç: Türkiye’de Sobe, Sıglempitik, Gözyümüç, Senlinmecik, Saklanbaç, Kazakistan’da Marlamkaş, Kırgızistan’da Çaşınmak, KKTC’de Mirmillo, Saglanmaca, Özbekistan’da Kumulmacak, Gizlenmecek, Bekinmacak, Türkmenistan’da Gizlempeçek.

    Kemik Saklama: Türkiye’de Kemik saklama, Kazakistan’da Aksüyek.

    Mendil Saklama: Türkiye’de Mendil saklama, Kırgızistan’da Cooluk taşlamay, Özbekistan’da Lav lav teke.

    Beş taş: Türkiye’de Beş taş, Kırgızistan’da Top taş, Türkmenistan’da Beş taş.

    Yedi taş: Türkiye’de Yedi taş, Azerbaycan’da Yedi taş, KKTC’de Gugo Oyunu.

    Üç taş: Türkiye’de Üç taş, KKTC’de Andres, Türkmenistan’da Düzdüm.

    Altıev: Türkiye’de Altıev, Pıç, Kırgızistan’da Uyum tuudu.

    Gömücü, Meneli: Türkiye’de Gömücü, Meneli.

    Taş evcik: Türkiye’de Taş evcik.

    İstop: Türkiye’de Hava Stobu, Azerbaycan’da Dedeboy, KKTC’de Memleket.

    Yakan Top: Türkiye’de Yakan Top, Yakar Top, Özbekistan’da Bazara Top.

    http://alparslanfatih2007.googlepages.com/oyunlar

    Hiç yorum yok: